7 Aralık 2010 Salı

Online Aktivizmin Çıkmazı: "Slacktivism"

Sosyal ağlar varolmaya başladığı zamandan bu yana, mesajın yayılım hızı ve erişebilirlik avantajları sayesinde herhangi bir "dava" söz konusu olduğunda gündem yaratmak için kullanıldı ve kullanılıyor. Facebook, TR' de ilk popüler olmaya başladığı zamanlarda, o dönemki kullanıcılar hatırlayacaktır, sadece "Cause" için özel bir uygulama geliştirilmişti ve kullanıcılar profilleri üzerinden kendilerine yakın buldukları, uğruna online bir aktivist sıfatı yüklendikleri şekilde bu cause' lara üye oluyorlardı. Zaman zaman "besin kıtlığı" kadar ciddi, zaman zaman da "İsveçli modelleri kurtarın" kadar gayri ciddi olabilecek bu cause' larda öncelikli amaç bu dava sayfalarına üye kazanımı ve farkındalık yaratmaktı. Daha sonra belirli davaların ki bu sosyal, politik ya da sporla ilgili bile olabilir, online aktivistlerini aksiyona çekmek için girişimleri oldu. Genel anlamda aksiyon belirli bir projeyi hayata geçirmek ya da halihazırdaki operasyonları desteklemek amacıyla bağış sağlamak çerçevesinde olsa da küçük ya da büyük bu "cause" grupları, gerçekten gönüllü online aktivistlerin biraraya gelip organize olabildiği ve bir sonraki adım olarak olumlu aksiyonların gerçekleştirildiği bir araç vazifesi görmüştü. İçeriğini şu anda aktaramam fakat bu vesileyle 2007 yılında bir FB üzerinden bir oluşumun içinde yer almış ve dönemsel olarak bir amaca hizmette bulunmuştum.

Şu anda hala daha aktif olan facebook "cause" uygulamasındaki verilere göre, kar amacı gütmeyen ve FB üzerinden savundukları dava için uygulama kullanan kuruluşların, 27 milyon doların üzerinde bir bağış topladığı belirtiliyor.

Belirli bir konu ile ilgili aktivizmin online olarak destek bulduğu yöntemlerden biri de ortak bir simge ile farkındalık yaratılması ve mesajın iletilmesi. Önceki yıl "Meme Kanseri" konusunda farkındalık amacıyla kadınlar tarafından iç çamaşırı renginin paylaşıldığı Facebook' ta, bu yıl da "çantanızı koyduğunuz yer" temasıyla yola çıkılan bir kampanya gerçekleşti. İçeriğindeki seksüel çağrışım "i like it on...", konuya ilgiyi tetiklemiş olsa da farkındalık ötesinde ne şekillerde aksiyona geçildiği hala bir soru niteliği taşıyor. Nitekim sosyal ya da politik bir değişim ilk aşamada toplumsal olarak farkındalığı yükseltmeyi gerektirse de, özellikle meme kanseri gibi bir dava söz konusu olduğunda, kadınların yüzde kaçının risk grubunda olduğunun farkına vardığı, kaçının evde uygulanabilecek rutin kontrollerden başlayarak düzgün tetkikleri gerçekleştirdiği, kaçının meme kanseri ile savaşan bir kişiye nasıl yaklaşılması gerektiği ile ilgili bilgi sahibi olduğunu bilemiyoruz. Nicelikten daha çok niteliğin önem kazandığı bu durumda, Ekim ayı "Meme Kanseri Farkındalık ayı" olarak kutlansa da, yılın geri kalan aylarında ne gibi bir aksiyon söz konusu, konu ile ilgili dernekler ve çalışma gruplarında daha detaylı bilgi bulunabilir.

Konuyu online eksenden biraz çıkaralım; bu konuda bir yazı yayınlayan kaynağa göre, son 25 yıldır farkındalık kampanyaları düzenlenmesine rağmen ölüm oranları aynı seviyede ( istatistiksel olarak 1990' dan bu yana %2 düşmüş fakat otoritelere göre rakamsal olarak bir değer ifade etmiyor) ve daha kötüsü gereksiz yere tedavi gören ve operasyon geçiren kadınların sayısında artış var. Mamografi ile tedavi gören her bir kadına karşılık, 15 kadının yanlış teşhis ve yanlış tedavi durumuna maruz kaldığı söyleniyor. Kaynağın doğal tedavi yöntemleri ile ilgili bir kaynak olduğu düşünülürse, bu farkındalık kampanyalarının ilaç şirketleri tarafından desteklenmesi konusundaki ters argümanını sorgulamak gerek fakat yine online' a dönersek farkındalık kampanyalarının tam anlamda verdiği sonuç nedir, özellikle online aktivizm aksiyonla buluşamadığında neye dönüşüyor, biraz da bunu sorgulayalım.

Literatürde "slacktivism" terimi ile karşılık bulan bu aksiyonsuz online aktivistlik hali, bir facebook grubuna katılmak ya da daha başka -içinde gerçek anlamda etki yaratacak herhangi bir adım barındırmayan-, fakat kendini iyi bir şey yaptığına ve bunun yeterli olduğuna inandırmış bir davranışı yansıtıyor. Asıl tehlikesi, gerçek anlamda aktivistliği zayıflatarak, etkisinin sınırlı varsayıldığı online ortamda kişileri tembelliğe itmesi...Nano-aktivizm olarak da anılan bu durum, 1) herhangi bir etki yaratmadığı 2) yaratılmak istenen gerçek etki konusunda da olumsuz bir etki bıraktığı varsayılarak eleştiriliyor.

Bu noktada önemli bir "Cause" konusunda gerçekleştirilen çalışmalarda, online mecraların etkili bir şekilde kullanılması; hangi simgelerin ve yöntemlerin adres edildiği, online aktivistler tarafından nasıl destek bulduğu ve farkındalık adımının ötesinde aksiyon noktasında ne gibi sonuçlar verdiği ile ilgili diyebiliriz.

Belli bir davaya destek bulabilmek için online bağış toplama, eğer ortada gerçekleştirilen ya da gerçekleştirilecek bir projeye maddi destek sağlanmak isteniyorsa en kolay yöntem. Fakat bireyin kendisine yakın gördüğü davanın savunuculuğu konusunda hangi seviyede gönüllü olduğu, daha doğrusu yaratılmak istenen asıl etkinin farkında olup olmadığı asıl muamma. Kolektif bir hareketin bireyden başladığı göz önüne alındığında, kişiler yaratacakları etki ya da etkisizliğin ne kadar farkında?...

24 Ağustos 2010 Salı

Beyaz perde ve ekranda şeytanın avukatları: PR uzmanı kadınlar

Ne zaman bir sinema ya da tv yapımında Halkla İlişkiler sektöründe çalışan bir kadın profili yaratılsa, dikkat kesilir izlerim. Meslek gereği medya ile birebir çalışan kişilerin medya yapımlarında bu kadar acımasızca resmedilmesi ise beni her zaman şaşırtmıştır. Fakat en son Türk yapımı "Küçük Sırlar" dizisinde izlediğimiz bir PR uzmanı kadın konuyu farklı bir boyuta taşıdı. Çok içtenlikle söyleyebilirim ki diziyi biraz da rolün başına neler geleceğine dair merakımdan izliyorum. Çünkü genelde ekranlarda şeytanın avukatı rolüne bürünen PR'cılar, bu sefer yaşadıkları zorluklarla resmediliyor. Tanıdık diyaloglar: "Bu her zaman yaptığımız şey, daha yenilikçi bir şey düşünelim" , kadın yaratıcılığının ve sunacağı alternatiflerin son sınırında olmasına rağmen "sen biraz daha çalış" cümlesi, adı konkur olan ama kriterleri farklı bir boyutta yaşanan new business çekişmeleri, iki keh keh bir yemek tamam oldu bu iş tarzı anlaşmalar. Yine de bu portrede de diğerlerinde olduğu gibi sıkıcı olan taraf mesleğin ve sektörün ya çok eğlenceli gibi ya da çok akla zarar gibi gösteriliyor olması. Halbuki asıl resim bu şekilde değil.

Bu konu Küçük Sırlar dizisi ile aklıma geldi fakat dizi sezonlarını ve sinema filmlerini yakından takip ettiğim Sex and the City' nin atılgan PR'cısı Samantha Jones ayrı bir ekoldür kanımca. Özellikle Amerika' da popüler yapımların içinde resmedilen PR uzmanı kadınlar, sektörün Amerikalılarını rahatsız etmiş olacak ki Google' daki küçük araştırmamda şöyle bir yazıya rastladım: TV's POrtrayal of Women in PR -http://diversity.prsa.org/index.php/2010/08/tvs-portrayal-of-women-in-pr/ İzlediğim Samantha Jones, sürekli parti organize eden, VIP davetlere bir şekilde dahil olan, çalıştığını ve plan yaptığını pek göremediğimiz kendi tabirleriyle biraz bitcy & humiliating bir karakter. Evet sektör liderleri bu konunun ciddi ele alınması gerektiğini düşünüyorlar çünkü onlara göre fonksiyonlarından biri de itibar yönetimi olan bir meslek dalının önce kendi itibarını koruması gerektiğine inanıyorlar. Haklılar.

Şu anda adı aklıma gelmeyen başka bir Türk yapımında ise koridorda ayaküstü ne iş yaptığını soran kişiye "Halkla İlişkiler yani boş işler" cevabını veren bir karakteri hatırlıyorum. Bu şekilde etiketlemeler birincisi "iletişim danışmanlığı" işinin azımsamasına, ikincisi başka türlü işlerin "Halkla İlişkiler" ile karıştırılmasına - kurcalarsanız bu konu ile ilgili bir yazı daha yazmıştım -, üçüncüsü mesleği, aklında yanlış izlenimler ve kalbinde yanlış beklentiler olan yanlış kişilerin seçerek gereksiz bir kalabalık yaratmasına sebep oluyor.

Bakalım şeytanın avukatı ya da boş işler uzmanı olarak addedilen PRcıları ne kılıklarda seyredeceğiz daha...

İzleyelim görelim...

18 Haziran 2010 Cuma

İki elin sesi var; bazen alkış tutmaya da yarar.

Geçtiğimiz haftalarda; Türkiye Halkla İlişkiler Derneği Altın Pusula ödül törenine katılmıştım. Sektörden bir süredir ayrıyım fakat hala neler olup bittiğine dair yakından takip ediyorum, ayrıca sorumlusu olduğum bir proje de bu seneki kategorilerden birinde ödül alınca, eski şirketim bir jest yaparak beni de ödül törenine davet etmişti.
Ama bugün ne ödülden ne de iletişimden bahsedeceğim. Bugün kafamı kurcalayan ve bir süredir yazmak isteyip de fırsat bulamadığım konu; sektörde bu tarz organizasyonlarda şirketler tarafından elde edilen başarıların diğer şirketler tarafında ne anlama geldiği.
PR sektörünün tüm zorluklarına rağmen, Türkiye' de güzel bir ivme yakaladığına inanıyorum. PR profesyonellerinin ise gün be gün değişen roller ve yüklenen sorumluluklar ile birlikte her zaman hedeflenen "yönetim seviyesinde biraz daha söz sahibi" ve " stratejik danışman" kimliğine biraz daha yaklaştığına...
Nitekim Altın Pusula 09 sonuçlarını incelendiğinde de gerçekten dolu dolu bir çok projenin ödül aldığını, ödül alamayanların ise yine de çok başarılı ve değerli projeler olduğunu söylemek mümkün.
Ama anlayamadığım, o gün tören sunucusunun da yarı şaka yarı ciddi değindiği şekilde ödül alanlarda da alkışlayanlarda da bir "coşkusuzluk" hakimdi. Genelde her bir ödülün PR şirketinden ve sorumlusu olduğu markadan gelen temsilciler kendi ödüllerine alkış tuttu. Şimdi bu durumda, biraz da mübalağa ederek, bunun sektörün genel havasının bir yansıması olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence evet...
Bunun, sektörü bütünleştiren ve bir çıta yukarı taşıyan bir organizasyon olduğunu düşünürsek, bir takdir belirtisi olan "alkış" ın neden bu kadar cimrice harcandığını anlamak mümkün değil.
Alkış tutmanın gayet nezaketli bir davranış olduğundan bihaber iletişimciler olmasını da keza...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Sosyal Medya Prensipleri ve Çalışan İletişimi

Geçtiğimiz ay US' de gerçekleştirilen New Communications Forum 2010' da dijital kültürün iş ve pazarlama dünyasındaki etkileri ile ilgili bir çok konunun ele alınacağından bahsetmiştik.
Oturumların yansımaları sürerken, mümkün olduğunca çok kaynak tarayarak neler konuşulduğu ile ilgili bilgi toplamaya çalışıyorum. Bu süreçte dikkatimi çekenlerden biri de Eric Schwartzman' ın şirketlere ve çalışanlarına yönelik hazırladığı "Social Media Policy"- "Sosyal Medya Prensipleri" şablonu..
Dijital dünyada varlık göstermekten kaçınsa bile, şirketlerin bu prensip maddelerinin üzerine eğilmesi gerektiğini ve çalışanlarını oryantasyona tabi tutması zorunluluğunu daha önce de defalarca vurguladık. Çalışan kimliği ile kişisel kimliğin çakıştığı sosyal profiller, bir şirketin online iletişiminde sunduğu resme ister istemez dahil oluyor. Bu resimdeki çalışanlar, eğer şirketle paralel prensiplerde hareket edebilir ve aynı ses tonundan konuşabilirse, gönüllü elçiler ve online şirket sözcüleri gibi hareket edebiliyorlar. Ya da olur olmaz bir şekilde içerik yaratarak, şirketin online ya da offline farketmez itibarına zarar verici davranışlar içine girebiliyorlar.
Bu prensipler bütünü, sadece şirketin çıkarlarını gözetmiyor. Çalışanların sorumlulukları kadar haklarına bir ışık tutarak, herhangi bir anlaşmazlık durumunda izlenecek yolu belli ediyor. Ve aslında çok güzel bir noktaya da değiniyor;
"Çalışanlar hiçbir şekilde kurum ya da marka adına üstü kapalı savunma, pazarlama veya halkla ilişkiler çalışması yapmamalıdır. Ancak ve ancak kurumla ilişkisini ifade ederek, kurumu ilgilendiren bir konu hakkında fikir beyan edebilirler. Kurum adına sadece resmi şekilde bu alanda görevlendirilmiş kişiler konuşabilir. "
Kurum adına yetkilendirilmeden ve profesyonel ilişkiyi ifşa etmeden yapılan açıklama ve yorumların ne gibi sıkıntılar yarattığına zaman zaman şahit oluyoruz.

Bu ve benzeri çatışmaların önüne geçebilmek için, şirketlerin, online ortamdaki her türlü pazarlama ya da iletişim aktivitesine girişmeden önce , gerçek dünyada bir nevi marka elçileri olan çalışanları ile hak ve sorumluluklarına dair fikir birliğine varması gerekiyor. İş sözleşmesi hükmünden çok da farklı olmayan bu uygulama ile hem çalışanların gücünü arkasına alabilir hem de işveren markası ve itibar yönetimine katkıda bulunabilir. Ayrıca çalışanların internetteki erişimini kısıtlayıcı uygulamalar yerine, iş saatleri süresince kullanım koşullarına dair bir takım prosedürler de geliştirerek daha esnek bir şirket politikası güdebilirler.


Social Media Policy Template

11 Mayıs 2010 Salı

İtibar, reklamla geri kazanılabilir mi?

Geçtiğimiz aylarda dünyanın en büyük otomotiv üreticisi ve en bilinen markalarından Toyota, üretim hatasından kaynaklanan büyük bir problem sebebiyle bir çok aracını geri çağırmak zorunda kalmış, hatta hatadan kaynaklı ve ciddi sonuçlar doğuran trafik kazalarında sorumlu addedilmişti.
Çok ama çok uzun zaman yönetim ve kalite felsefesiyle zirvede duran, inovasyon konusunda çığır açan Toyota' nın, küçülme sürecine girmesinin de etkisi henüz geçmemişken yaşadığı global kriz ile birlikte mevcut müşterilerinin karşısında ciddi bir itibar kaybına uğradığı gözlendi.
Süreçte sadece sorunlu araçlar için değil özellikle henüz bir kaza ya da aksaklık yaşamamış fakat halihazırda kullandığı Toyota aracı ile ilgili kuşkuda olan müşterilerin tansiyonunu düşürebilmek adına geç kalınmıştı. Bu sırada satışlarında da ciddi düşüşler yaşayan Toyota' da üst düzeylerden gelen "satışlarımız önemli değil, tek istediğimiz müşterilerimizin güvenini geri kazanabilmek" vurgusu, olay konusunda hızlı reaksiyon gösteremeyen Toyota' nın itibarına korumasına yine de pek yardımcı olamadı. Kaldı ki araçlar hakkındaki şikayetler 2002 yılına kadar dayanıyordu fakat her nasılsa bu süreçte kullanıcı hatası gibi farklı sebeplerle, konunun önemi gözardı edilmiş ve ne yazık ki müşteri tarafında çok ciddi sorunlara yol açmıştı.
Basın toplantıları, resmi açıklamalar, özürler, temenniler... Araçların geri çağırılması için yayınlanan reklamlar ve şimdi de 20 milyon sterline malolan bir reklam filmi...Kriz ve itibar yönetimi kavramlarının içi doldurulmaya çalışılırken aslında gözardı edilen tek kavram vardı o da "zamanlama"...Zamanında şirket politikaları sebebiyle alınamayan aksiyonların faturası sadece satışlardaki düşüşler, hisse değeri kaybı vb. konulara çıkmadı. İlginç bir ayrıntı olarak, tüm bu geri çağırma süreci başlamadan önce, üst düzeyde bir kaç yöneticinin farkında olunan sorunun vurgulanmaması ve sessiz kalınması ile ilgili deklarasyonda bulunduğu konuşuldu. Kaldı ki güvenlik konuları ve geri çağırma prosedüründeki adımları da hukukçular tarafından yoğun eleştiriye maruz kalarak ona yeni bir kriz konusu daha oluşturdu.
Bugün Toyota; kurum kültüründen, kalite sistemine, ilginç hikayesinden, teknolojisine kadar bir çok olguyla inşa ettiği marka kimliğini ve itibarını koruma savaşı veriyor.
Bu süreçte, müşteri güveninin geri kazanılmasından bahsederken, belirsizliğin hakim olduğu olumsuzluk sırasında yerleşen korkuların silinip gitmesinden mi dem vuruyoruz?. O halde sormamız gereken ilk soru Toyota' nın müşteri şikayet ve endişelerine karşı yaklaşımının nasıl olduğu olur. İlk etapta zaten yeterince ciddiye alınmayan bir ürün sorunun, olayları bu noktaya getirmiş olduğu düşünülürse bu konuya ciddi yatırım yapması gerekiyordu.Nitekim müşteri şikayetlerini daha iyi gözden geçirmek, onları daha iyi dinleyebilmek ve daha hızlı cevap verebilmek amacıyla Toyota yılda iki kere kalite toplantıları düzenleyeceğini ve yerel yöneticilerine daha fazla yetki vereceğini açıkladı.
Gösterime girecek yeni reklam filminde Toyota,bu iyileşme sürecini, iyileştirme yolunda istekliliğini ve kararlılığını vurgulayacak. Evet, gerekliydi. Reklam, en azından marka vaadini hatırlatmak için kullanılması gereken bir araç. Fakat asıl belirleyici olan bu değişimi müşterilerine hissettirebilmesi.
Dünyanın en büyük otomotiv üreticisi Toyota, sektörün gelmiş geçmiş en maliyetli geri çağırma durumuna imza atarken, bu güveni yeniden inşa etmek de kısa zaman almayacaktır elbet...

11 Nisan 2010 Pazar

Dijital kültürün iş dünyasına hissedilir etkileri başladı!

Dünya değişiyor: dijital değiştiriyor. Dijital ... olarak gerisini tamamlayabileceğimiz her şey etrafımızı çevreliyor..Fotoğraflarımız bile dijital ortamda muhafaza edilip dijital çerçevelerden bize gülümsüyor. Bu dünyada iletişim teknolojileriyle ilgili de bildiğimizi sandığımızın ötesinde bir gelecek var..Sunulanı görmekle yetinmiyor arkasını merak edip duruyoruz.

Dijital medya sadece sosyalleşmiyor, sadece iletişim şeklimizi değiştirmiyor. İş kültürünü, yönetim fonksiyonlarını alıp, kendi içinde yeniden yoğuruyor ve ortaya yepyeni bir resim sunuyor. Temel felsefenin ve nihai amaçların tabi ki de değişmediği bir iş dünyasının, nasıl' ını yeniden sorgulatıyor.

Nisan ayı içinde California' da gerçekleşecek olan Newcomm Forum 2010 , dijital kültürün değiştirdiği iş dünyasına tam da bu noktadan ışık tutuyor. Gitmeyi çok istememe rağmen, zamanlama olarak uygun düşmediği için orada olamadım. Fakat bu zirvenin önümüzdeki beş yıl içinde yeniden şekillenecek olan bir dünyanın resmini çizeceğini ve iş dünyasının analistlerine güzel bir yol haritası vereceğini düşünüyorum.

Dijitalin, pazarlama ve iletişimin taşlarını yerinden oynattığını zaten söylemeye gerek bile yok. Fakat büyük resimde, asıl olayın dijitali ve beraberinde sunduğu teknolojileri uygun olan tüm iş süreçlerine dahil etme gerekliliği henüz ilgi çekememiş durumda. Bu yüzdendir ki, tek yönlü mesaj kaygıları, online olarak da sürdürülmesi gereken bir müşteri ilişkisinin önüne geçebiliyor ya da bu işin hiç ehli olmayan - aslında bugüne kadar tüm ilişkisini medyayla kurmuş olan bir kişinin ellerine bırakılabiliyor.

Satış sonrası destek, çalışan ilişkileri, işe alım, kurumsal eğitim, araştırma& geliştirme, pazar zekası vb. bir çok fonksiyon...Dijital bizi nereden aldı ve nereye götürüyor? Zaman zaman COMM101'de de bunları yazdık, tartıştık...Şimdi olayı iletişim ekseninden de çıkarıp bakma zamanı geldi...

http://comm101tr.blogspot.com/2009/11/hr-ve-iletisim-nereye-gidiyor-one-ckan.html
http://comm101tr.blogspot.com/2009/09/market-intelligence-20.html
http://comm101tr.blogspot.com/2009/07/sosyal-medyada-etkin-isveren-markas.html

Önümüzdeki günlerde değişimin bir parçası olmak isteyenler blogu takipte kalsın...Ne öğreniyorsak ve nasıl yorumluyorsak hepsi burada olacak..

16 Mart 2010 Salı

PR sektörüne şimdilik veda...

Hayatımızda bazı dönemler gelir...Ne yaptığımızı, nereye gittiğimizi, amaçlarımızı, hedeflerimizi, gelecekten beklentilerimizi sorguladığımız...Özellikle konu işimiz olduğunda, hayatımızın bir çok alanını da dolaylı olarak etkilediğinden, çokça düşünürüz...
Özel sektörde 4. senemi yaşıyorum. Bu süreçte belki şansımdan, insan olarak da çok sevdiğim kişilerle çalışma şansı elde ettim, bana hep birşeyler öğretmeye, kişisel gelişimime de katkıda bulunmaya çalışan yöneticilerle çalıştım..:)
Fakat gelecek planlarımı yaptığım bu dönemden yepyeni bir kararla çıktım..PR sektörünün dinamiğini çok sevsem de, içimde baskın olan araştırmacı ve paylaşımcı yapım sebebiyle akademik hayata tekrardan göz kırpmaya başladım..:)
Şimdi önümüzdeki dönemde perspektifimi biraz daha geliştirebilmek maksadıyla Yönetim Bilimleri alanında doktora yapma ve yurtdışına kısa bir ziyaret gerçekleştirme planım var. Bununla bağlantılı olarak da girmem gereken sınavlarım ve yoğun bir çalışma dönemi bekliyor beni..:)
En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir derler, öyle de oldu...Bu süreçte bana destek olan arkadaşlarıma, iş arkadaşlarıma, yöneticilerime de ne kadar teşekkür etsem azdır...
PR sektöründe aktif olmamam, bu konuda konuşmayacağım anlamına gelmiyor..Zira hala sektörü yakından takip ederek, ideali aşılamaktan vazgeçmeyeceğim..:)

Kısa bir süre daha buralardayım...Şimdilik benden bu kadar..:)

12 Mart 2010 Cuma

Mesleğin itibarını gözetmek üzere...

Halkla İlişkiler profesyonellerinin işi ve kaygısı belli...Temsil ettiği, iletişim yol haritasını çizdiği markaların/kurumların ve kuruluşların itibarını sürdürülebilir kılmak..Çünkü iyi bir itibar, kar yaratan bir finansal varlığın sigortası gibi...Geri dönüşleri, özellikle zor zamanlarda ortaya çıkan bir yatırım...
Peki Halkla İlişkiler profesyonelleri özellikle kendi meslekleri ve duruşları ile ilgili olarak itibar yönetimini ne şekilde gerçekleştiriyorlar? Mesleğin saygınlığının bir çıta daha yükselmesi, stratejik yönetim fonksiyonlarında daha çok söz sahibi olunması, Halkla İlişkiler'in, "medya ilişkileri" ekseninden kurtarılması ve "halka" daha iyi anlatılması için?..
Bugün online bir iş ilanı platformunda bile Halkla İlişkiler fonksiyonu altında alakasız iş ilanları görebiliyoruz. Bu işleri bir meslek olarak görmediğimden değil fakat ifade edilen biçimiyle Halkla İlişkiler mesleğine ait birer iş olmadığından ötürü kategorisinin değiştirilmesi gerektiğini savunuyorum.
Her PR profesyonelinin sadece bulunduğu kurum/temsil ettiği marka için değil kendi mesleği ile ilgili konuşmaların gerçekleştiği platformlara da dahil olması ve PR'ın ne olduğu ya da ne olmadığını anlatmak için çaba sarfetmesi gerektiğine inanıyorum. Nitekim Halkla İlişkiler fonksiyonu sanılanın aksine daha geniş bir vizyon ve stratejik bakış açısı gerektiren, gerçekleştirilen çalışmalarının da etkisinin uzun vadede gözlemlenebildiği bir dinamiğe sahip. Üstüne üstlük işin içine, mesleğin kodlarına uyum sağlamayarak, müşterilerine olmayacak sözler veren, elde edilemeyecek sonuçlara göz kırpan, hedefe giden yolda her şey mübahtır mantığında hareket eden uygulayıcılar girdiğinde, mesleğin itibarını da sürdürmek bir hayli zorlaşıyor...
Bugün iletişim fakültelerinde, mezun olacak çocuklara gerçekten bir meslek kazanacaklarını ve organizasyonel yapı içinde ne gibi bir rol üsteleneceklerini iyi anlatabilmek, bir PR profesyonelinin ne yaptığını ve ne yapmaya çalıştığını onlara özümsetebilmek gerek...
Karşılaşılan olumsuz uygulamalarda, özellikle yanlış bilgi ya da eksik bilgi ile genelleme yapılan durumlarda ipleri ele alıp doğrunun ve olması gerekenin ne olduğunu anlatabilmek gerek...
PR profesyonelleri bu şekilde ortak bir mentalite ile hareket ederse, mesleğin itibarına ve dolayısıyla da stratejik yönetimde söz sahibi olmasına katkıda bulunacak, bu da gerçekleştirilen iletişim çalışmalarının daha başarılı ve sürdürülebilir olması için bir şans sunacaktır.

17 Ocak 2010 Pazar

IPSOS ve HBR 'dan bir kaç çıkarım...

IPSOS KMG " Türkiye'de Yaşam Tarzları ve Trendler" araştırması sonucu aşağıdaki noktalar dikkatimi çekti:
  • Marka bağımlılığının gerilemesi,
  • İnternetten alışveriş yapanların sayısının birkaç yıl öncesine göre % 100 artış göstermesi...
  • Satın alma kararında gazete ve derginin %42 lik bir oranla hala önde olması

Harvard Business Review son sayısında yer alan iki makalede pazarlamanın değişen kimyası ve şekillenen organizasyon yapıları ile ilgili kaydadeğer noktalar var:

"Customer Capitalism" makalesinde, bir şirketin en önemli hedefinin, şirketin karlılığını artırmak ve hissedarların varlıklarını maksimize etmek olduğu düşüncesini bir kenara bırakmak gerektiği ve "müşteri kontrollü kapitalizm" çağında müşteri memnuniyeti odaklı planlamaların da doğal sonucu olarak şirket karlılığının artacağından bahsediliyor..."Rethinking Marketing" makalesinde ise 60ların odağına müşteriyi almadan planlanan ürünler için sadece iletişim kanallarına, fiyatlandırmaya yönelen bir marka yöneticisi yerine çağın özellikle iletişim teknolojilerinden faydalanarak "Customer Manager" ların müşterilerden bilgi toplayabildiği, bu bilgileri bir intelligence haline getirebildiği, müşterilerin ise kendilerine satılacak ürün ya da hizmeti en baştan şekillendirebileceği bir yapıdan söz ediliyor.

Markalara bağımlılığın azalması, özellikle pahalı marka satın alma direncinin kırılması, tüketicilerin gerçekten ihtiyacı olana ve uygun olana yöneliminin bir göstergesi olabilir mi?

İnternetten alışveriş yapanların sayısının artması, aynı zamanda e-ticaret portallarının bir geri bildirim mekanizmasıyla donatılarak gelecek ürünlerin/hizmetlerin şekillendirilebileceği bir fırsat sunar mı?

Gazete ve dergilerin satın alma kararlarında hala major oranda etkili olması, lokal araştırmalar yerine US'ten esintilerin etkisinde kalan ve "geleneksel medya" bitti diyerek hareket etmeye çalışan marka yöneticilerine, özellikle medya tüketim tercihlerinde müşteri odaklı olmak gerektiğini ve dijitalin entegrenin bir parçası olduğunu hatırlatır mı?

Tüm bu sorulara cevap verebilmek için trendleri ve alışkanlıkların yönelimini sürekli izlemek gerekiyor. Bahsedilenler yeni bir kıta keşfi değil fakat yeni çağın sunduğu fırsatları en doğru marketing felsefesi ile bütünleştirebilen, araştırmaları planlamaların odağında tutabilen markalar, hem bağlılık hem de karlılık anlamında bayrağı taşıyacak, ona şüphe yok...