27 Ocak 2008 Pazar

Küresel Sözleşme ve Türk şirketleri


Türkiye'de sorumlu işletmecilik felsefesiyle yola çıkan şirketler, Birleşmiş Milletler tarafından hayata geçirilen Küresel Sözleşme'ye (Global Compact) gün geçtikçe daha fazla ilgi göstermeye başladı. Kurumsal sosyal sorumluluk adına, insan haklarının korunması, olumlu çalışma standartları, çevre koruma ve yolsuzlukla mücadele başlıkları altında 10 evrensel ilke çerçevesinde işlev görmeyi hedefleyen şirket ve STK sayısı bugün itibarıyla Türkiye'de 119'u bulmuş durumda. Aralarında Koç ve Eczacıbaşı gibi Türkiye'nin önde gelen holdinglerinin de bulunduğu Küresel Sözleşme üyeleri, gönülllü bir girişimle geliştirdikleri projelerle sözleşme ilkelerini uygulamaya koyuyorlar. Kaydedilen "ilerleme hakkındaki iletişim" ile örnek vakalar, Küresel Sözleşme resmi sitesi olan "http://www.unglobalcompact.org" adresinde incelenebilir. Şu anda Türkiye bölümünde, Global Tanıtım'ın "Global Green" çalışması süregelen bir proje olarak varlık gösteriyor.


Yaşadığımız çağın en büyük çevre sorunu olan Küresel Isınma'ya karşı sorumluluk hisseden Global Tanıtım, bu soruna dikkat çekerek, konuya duyarlı hissedarların sürdürülebilir şekilde katılımını sağlamak ve çözümü destekleyici uygulamaları şirket çapına yaymak adına güzel bir çalışma gerçekleştirmiş. Projenin ayrıntıları ve elde edilen sonuçları "http://www.globaltanitim.com/eng/GlobalGreen.html" adresinde...


Kurumsal sosyal sorumluluk, her ne kadar bazen küresel sermayenin karıştırdığı bir dünyanın geri kazanılması adına aynı küresel sermayenin günah çıkarması olarak eleştirilerin hedefi olsa da, gerçek anlamda şirket kültürü ve uygulamaları ile örtüşen "sorumlu" bir duruş sergilendiğinde, küresel ve yerel anlamda büyük katkılar sağlıyor. Bu katkıların sinerjik bir şekilde paylaşılmasına bir platform oluşturan Küresel Sözleşme, umarım, bahsedilen başlıklar altındaki küresel sorunların çözülmesi konusunda gün geçtikçe daha fazla şirkete yol gösterici olur.


Katılımcı Türk şirketlerin çalışmalarını kendi web sitelerinde inceleyebilirsiniz...





17 Ocak 2008 Perşembe

İşveren Markası ve Mükemmel Aday Deneyimi


Marka, kuşkusuz, şirketlerin en önemli varlıklarından biri haline geldi. Sadece üreticiden tüketiciye doğru zihinde yaratılmak istenen algı çalışmaları dışında, rekabet dünyasının arayışları ve kurumsal başarıyı ilgilendiren birçok faktörle beraber, değişik alanlarda da markalaşma, ileriyi gören şirketlerin stratejik planlamalarında başrollerde oynuyor. "Employer Brand" yani "İşveren Markası" ise potansiyel, mevcut ve eski çalışanlarınız gözünde nasıl bir İŞVEREN olduğunuzla ilgilenen birkaç yıllık bir kavram. "Great Places to Work" ve"Fortune 10o Best Companies to Work For" gibi araştırmaların sonuçlarına ve kamuoyu yansımalarına bakınca, iyi bir işveren olmanın, stratejik düşünen şirketler için bir tercih değil gönüllü bir zorunluluk haline geldiğini anlamak pek zor olmuyor.

Candidate Experience(aday deneyimi), açık olduğu üzere potansiyel çalışanlarınızla ilgilenen bi kavram. İşe alım süreçlerinde kişi ile ilk iletişim kurulan noktadan başlayarak görüşme sırasındaki tavırlara, olumlu ya da olumsuz geri dönüşlere kadar uzanan bir alanı kapsıyor. Peki neden önemli bu "candidate experience"?

Şimdi teorileri bir kenara bırakalım ve iş arayan herkesin başına en az bir kere gelmiş birşeyden söz edelim: İş görüşmesi. Bir şirket sizi iş görüşmesine çağırıyor, fakat telefondaki kişi sanki yapmaması gereken birşey yapıyormuş kadar sizinle konuşmaya isteksiz. Görüşme saatinde oradasınız, fakat görüşmek için 2 saat daha bekletiliyorsunuz. Daha sonra iş görüşmesi için bir odaya alınıyorsunuz fakat ortada geç kalındığı için özür dileyen kimse yok. İş görüşmesini yapan kişi cevaplarınızdan çıkardığı analizleri direk yüzünüze söylüyor ve pek de saygılı değil. Biz sizi olumlu ya da olumsuz ararız diye gönderiyorlar. Sonra haftalarca ses yok...Bu ve buna benzer birçok olumsuz aday deneyimi sıralayabiliriz...

Pazarlama dünyasına süzülenler kulaktan kulağa pazarlamanın gücünü bilirler. Olumlu veya olumsuz, insanlar birbirlerine deneyimlerini ya da başkalarından duydukları deneyimleri aktarmak için sadece yüzyüze olmaya muhtaç değiller. Gelişen teknoloji sayesinde, sağır sultan duymasa bile okuyor artık. Böyle bir gerçekliğin ortasında, bir gün şirketinizdeki olumsuz aday deneyimleri ile ilgili sıralanmış düşünceler görmek istemiyorsanız, aşağıda belirtilen linkteki orjinal düşüncelere kulak vermekte fayda var. Tabi amacınız hala "tercih edilen işveren olmak" ise...



Okuduklarım içinde en çok dikkatimi çeken, işverenlerin olumlu ya da olumsuz size haber vereceğiz dedikten sonra büyük oranda hiçbir zaman haber vermemesi. Evet, bu benim de başıma geldi. Görüşme süreci sona erdirilmiş adayla kurulacak iletişim, nedense bir külfet gibi görülüyor. Oysa ki ayrılacak kısa bir zaman ummadığınız harikalar yaratabilir. Bu konuda takdir etmek istediğim firma ise P&G, kendileri ile birkaç görüşme aşamasından sonra düşünmediğim bir pozisyon olduğuna karar vermemle beraber(kızmayın, pozisyonun geleceğini öğrenebilmek için o noktaya gelmem gerekiyordu) bana görüşme noktasından ayrıldıktan sonraki 2 saat içinde bir mail attılar. İnanın, böyle bir mail sadece benim P&G ile ilgili düşüncelerimi değil bu deneyimi paylaştığım herkesi etkiledi.(Bkz: şu anda bunları okuyan siz).
"Candidate experience" sadece görüşme ve görüşme sonrasıyla değil, genel iş arayanların sizinle ilk irtibat kurduğu noktalarda da değerlendirilebilir. Bu yüzden özellikle kurumsal web sitelerinin, kurum kültürü ve çalışanları ile ilgili bilgiler vermesi, adayı olumlu etkiliyor. Net bir şekilde potansiyel çalışan olarak kimleri hedeflediğiniz, değerleriniz, vizyonunuz, misyonunuz ve nedenler...İnsanlar neden sizinle çalışmak istesin...Şirketi ve neden çalışmak için iyi bir yer olduğunu araştırma imkanı veren kurumsal web sitelerinin, kurum itibarına katkısı çok büyük. Bu konuda en iyi uygulama örnekleri ile ilgili, aşağıdaki araştırmaya göz atmanızı öneririm.


İşveren Markası insan kaynakları uygulamalarından çok daha fazlası aslında. Her ne işveren markası programı hazırlarsanız hazırlayın, edinilen deneyimlerle verilen vaadlerin kesişmemesi, her markayı olduğu gibi işveren markanızı da baltalayabilir. Bu yüzden iyi bir aday deneyimi, şirketlerin kendilerini kanıtlamaları için iyi bir fırsat. Doğru ve aksaksız bir aday deneyimi, nihai amaçlardan biri olan kurumsal itibara önemi farkedilmeyen bir şekilde katkıda bulunuyor. Rekabet dünyasında farkı farketmek gerek....

7 Ocak 2008 Pazartesi

İmaj...İmaj...İmaj!


Elimde bir mektup var, 25 Temmuz 1995 tarihli. Oxford Üniversitesi yayınlarının merkezinden yani Oxford'tan benim ve bir arkadaşım adına gönderilmiş. 12 yaşında çocukların Oxford Üniversitesi yayınları ile ne alakası olabilir, bakın anlatayım.


Efendim, bir zamanlar biz de İngilizce bilmezdik. Sonraları İngilizce öğreneceğimiz zaman, Project English 3 adında bir kitap önümüze kondu, okumaya başladık. Çeşitli illüstrasyonlarla zenginleştirilmiş kitabın Carstairs ve Carruthers adlı iki kahramanı vardı. Bu kahramanlarımız bütün ülkeleri dolaşır, orada türlü maceralara atılırlardı. Gel gelelim, birgün Türkiye'ye de uğradılar. Bir de ne görelim,"iki çocuk aklımızla", Türkiye diye tabir edilen yer buralara pek benzemiyordu. Kafalarına fes geçirmiş kahramanlarımız Türkiye diye tabir edilen bir ülkede oradan oraya koşuşturuyorlardı. Tabi biz de buna kayıtsız kalmamalıyız dedik ve o dönemki İngilizce öğretmenimizin de yardımıyla yazar Tom Hutchinson'a bir mektup gönderdik.(elektronik mail falan hak gettire tabi...). Nihai amacımız ise ülkemizin, bu kitabın okutulduğu birçok ülkedeki çocuklar, geleceğin büyükleri tarafından yanlış tanınmasını istemediğimiz için karikatürlerde düzeltme yapılmasıydı.


Çok geçmeden Editor Paul Davies tarafından cevap geldi. Paul Davies, yazar adına bizlere cevap vererek, bu karakterlerin hikayelerinin Türkiye’de cumhuriyet kurulmadan önceki dönemde kurgulandığını o sebeple bir yanlışlık olmadığını fakat bu rahatsızlığımızda haklı olduğumuzu ve Türkiye’nin diğer ülkelerde bu kitabın okutulduğu kişiler nezdinde yanlış bir imajının oluşmaması için karikatürlere bir dipnot ekleyeceklerini ve Türkiye’de cumhuriyet kurulmadan önceki döneme ait olduğunu belirteceklerini söylemişti.


Ah ne güzel, ne güzel...Fakat çocuk aklım bir iş yapıp ardından takip etmek gerektiğini bana hatırlatacak kadar yetkin değildi. Yıllar sonra birgün bu mektubu bulunca, elektronik mail güzelliklerinden de yararlanarak Oxford Üniversitesi Türkiye ofisine konu ile ilgili mail attım. Verilen cevabı aynen aktarıyorum:


"Sayın Özgül,

Project English editorlerin verdiği yanıt yerinde olmuş. Öyküde Geoffrey Chaucer’in Canterbury Tales isimli kitabından esinlenilmiş. Öyküler 1800’lerde geçiyor. Project kitabının 1997 yılında 2.edisyon yapıldı. Tamamen farklı bir seri oldu. 3 düzey olan seri 5 düzeye çıktı. Gelecek yıl 3.edisyonu çıkacak. Başka bir deyişle, dünya genelinde oluşan farklı gereksimlerden dolayı size sözünü ettikleri eki yapmak yerine seriyi tümüyle değiştirmeye karar verilmiş. Sizin kullandığınız edisyon artık kullanılmıyor. Yeni edisyonlarda böyle bir öyküye yer verilmemiş....."


Yani bir düzeltme yapılmasına bile gerek kalmadan tamamen kaldırılmış.


Belki işlevselliğini yitirdiği konusunda bizim mektubumuzun da katkısı olmuştur, kimbilir, fakat o dönemlerde bir çocuk olarak ülkemizin imajı konusundaki çabamıza bakıyorum da, cidden nelere kafa yormuşuz diyorum. Yıllar sonra algı yönetimi olarak da tabir edilen Halkla İlişkiler'e başkoyacağımı bilemezdim ama şunu anladım ki, imaj dediğimiz kavram en ufak ayrıntıdan tutun da en büyüğüne kadar bir alanı kapsıyor. Bir de tek bir aksaklığın, domino taşlarının zincirleme yere serilmesi gibi, tüm imajınızı altüst etme ihtimali var. Sanırım bu yüzden de bir Halkla İlişkiler uygulayıcısının, en ufak ayrıntıyı bile atlamaması gerekiyor.


Sadede gelirsek, evet karikatürler yayından kaldırıldı, böylece doğru ya da yanlış algılanacak herhangi bir mesaj da kalmadı. Fakat çocuk aklının çabaları, Türkiye'nin dış dünyaya sergilenmek istenen yüzü için yapılan çalışmaların milyonda biri değildi. Şimdilerde ise, nasıl bir imajımız olduğundan ziyade bizim tarafımızdan nasıl bir imaj yaratma amacındayız onu düşünüyorum. Birey ya da devlet, en ufak girişimden en büyüğüne kadar bir bütünlük sunulmadığı takdirde de bu ülkenin bir imajı olacağına inanmıyorum.


Umarım 2008 ve geri kalan tüm yıllar, ülkedeki tüm etnik kökenlerin, tüm dinlerin, tüm cinsiyetlerin, yaşlısından gencine, barış içinde yaşadığı, ülkelerini sevdiği ve bir bütünlük içinde dış dünyada her şekilde temsil etmek istediği olaylara şahit olur. Böylece bireysel imaj çabaları da bir anlam kazanır."Ahh keşke ama nerede" dediğinizi duyar gibiyim..Ama ben yine çocuk aklımla bu ütopyaya inanmak istiyorum...


5 Ocak 2008 Cumartesi

Blogger Olmak!






Herşey, iki bilgisayarın 1965'te birbiri ile haberleşmesi sağlanarak başladı...bkz.: İnternetin bulunuşu.


Çaylak dönemlerde kompozisyon yarışmaları birinciliği, çaylak dergilerinde baş yazarlık, bitmek tükenmek bilmeyen bir edebiyat üretme mekanizması, kısa dönem değişik? bir konsepti olan sitede köşe yazarlığı, forumlarda kesilen ahkamlar, başka bir blog sitesinde ne olduğunu kavrama telaşı, sürekli gözlemci, araştırmacı, analizci bir kişilik ve paylaşma tutkusu beni buralara sürükledi. 2008'in ilk günlerinde tarihi gelişimime dayanarak ben de bir "Blogger" olmaya karar verdim. Yani söylemek istediklerimin içimde patlayıp buhrana yol açmadığı zamanlarda, web sitesi tasarlama yükünden beni kurtarmasına minnettar olduğum bir ortamda inciler dizeceğim. En sevdiğim yönü ise (umut ediyorum ki) geribildirimli bir ayna misyonu yüklenecek olması. Bugüne bugün iletişimci sayılırız, söyleyeceklerimizle ilgili geri dönüş almayacaksak neden söylüyoruz ki, değil mi?


Günümüzde kişisel ve kurumsal mesajların çok basit bir kaynaktan kitlelere duyurulma aracı olan blog, tırnak aralarında geçen her türlü olgunun, pozitif olduğu kadar negatif bir şekilde de yansıtılabileceği, kontrolü zor bir sosyal medya aracı haline geldi. Etik ve yasal yaptırımların kısmen de olsa sınırlar çizdiği bu ortamda, insiyatifi eline alan bilirkişi, paylaşıyor, soruyor, sorguluyor, tartışıyor. Aradaki mesafeler yokoluyor, insan kendini inanılmaz bir bilgi havuzunda yüzerken buluyor. Bilgiyi ayıklamak, anlamlandırmak ve algılamak kişisel tercihlerin doğasına bağlı fakat yine de insanların birbiriyle haberleşmek için dumanı kullandığı zamanlara nazaran şanslı bir çağda yaşıyoruz.


Hangi amaca hizmet ederse etsin, blog yazılarınızın bir anda tanımadığınız yüzlerce kişinin algısında kendini bulma ihtimali var...Tek yapmanız gereken ise "blogger" olmak ya da olmamak... Sanırım bütün mesele bu.