18 Haziran 2010 Cuma

İki elin sesi var; bazen alkış tutmaya da yarar.

Geçtiğimiz haftalarda; Türkiye Halkla İlişkiler Derneği Altın Pusula ödül törenine katılmıştım. Sektörden bir süredir ayrıyım fakat hala neler olup bittiğine dair yakından takip ediyorum, ayrıca sorumlusu olduğum bir proje de bu seneki kategorilerden birinde ödül alınca, eski şirketim bir jest yaparak beni de ödül törenine davet etmişti.
Ama bugün ne ödülden ne de iletişimden bahsedeceğim. Bugün kafamı kurcalayan ve bir süredir yazmak isteyip de fırsat bulamadığım konu; sektörde bu tarz organizasyonlarda şirketler tarafından elde edilen başarıların diğer şirketler tarafında ne anlama geldiği.
PR sektörünün tüm zorluklarına rağmen, Türkiye' de güzel bir ivme yakaladığına inanıyorum. PR profesyonellerinin ise gün be gün değişen roller ve yüklenen sorumluluklar ile birlikte her zaman hedeflenen "yönetim seviyesinde biraz daha söz sahibi" ve " stratejik danışman" kimliğine biraz daha yaklaştığına...
Nitekim Altın Pusula 09 sonuçlarını incelendiğinde de gerçekten dolu dolu bir çok projenin ödül aldığını, ödül alamayanların ise yine de çok başarılı ve değerli projeler olduğunu söylemek mümkün.
Ama anlayamadığım, o gün tören sunucusunun da yarı şaka yarı ciddi değindiği şekilde ödül alanlarda da alkışlayanlarda da bir "coşkusuzluk" hakimdi. Genelde her bir ödülün PR şirketinden ve sorumlusu olduğu markadan gelen temsilciler kendi ödüllerine alkış tuttu. Şimdi bu durumda, biraz da mübalağa ederek, bunun sektörün genel havasının bir yansıması olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence evet...
Bunun, sektörü bütünleştiren ve bir çıta yukarı taşıyan bir organizasyon olduğunu düşünürsek, bir takdir belirtisi olan "alkış" ın neden bu kadar cimrice harcandığını anlamak mümkün değil.
Alkış tutmanın gayet nezaketli bir davranış olduğundan bihaber iletişimciler olmasını da keza...