25 Kasım 2011 Cuma

Sürdürülebilirleştirebildiklerimizden misiniz?

Geçtiğimiz günlerde Guardian UK , "Sürdürülebilir yaşam ve davranış değişikliği" konulu panelini livestream olarak yayınladı. Konuklar arasında sürdürülebilirlik hedefleri ve çalışmaları ile öne çıkan dünyanın en büyük hızlı tüketim şirketlerinden Unilever CEO' su Paul Polman da yer alıyordu. Polman' ın ağırlıkla değindiği gelişmekte olan ülkeler, alt yapı sorunlarından dolayı hijyen, beslenme gibi en temel yaşam standartlarına kavuşmanın büyük bir çağ atlamak olarak nitelendirildiği ülkeler. Bu ülkelerde mikro-krediler, mikro ürün satışı ve bilinçlendirme çalışmaları ile sürdürülebilir yaşam standartlarına kavuşmaları sağlanmaya çalışılıyor. Polman bu noktada dünyanın kaynak tüketimindeki arsızlık ve dengesizliği vurguluyor: "poorest people paying the highest price- en fakir insanlar en yüksek bedelleri ödüyor".
Günümüzde hükümetler ve şirketler tarafından çokça vurgulanan sürdürülebilirliğin en temel öğesi olan Çevre' yi, her bireyin günlük tüketimi ile birlikte etkileşime girdiği, bir şekilde etkilediği ve etkilendiği o Çevre' yi anlamak ve onun için bir şeyler yapmak kolay değil. Kİm kimi harekete geçiriyor ve en etkin kim, bu sorulara cevap aranıyor. Farkındalık yaratma ve aksiyona geçirme konusunda şirketler mi daha güçlü, yoksa hükümetler mi? Yasal yaptırımlar olmasa, halihazırda gerçekleştirdiğimiz duyarlı hareketleri hala gerçekleştiriyor olur muyduk? Sürdürülebilir tüketime bakış açımız daha az tüketmek mi yoksa çevreye duyarlı olanı tüketmek mi? Tüm bu sorulara cevap ararken, çevresel hareketlerin tarihine göz atıyoruz. "Çevre Duyarlılığı" nın politik gündeme alınmasının sebebi çok basit bir şekilde açıklanıyor: Toplumsal uyanış ve baskı...
Peki ya bugün, tarihte o çevresel hareketlere önderlik eden, politik gündemin dikkatini çeken kişiler neredeler? Nerede olduklarını biliyoruz aslında, daha doğrusu değişime önderlik edecek kadar neden dikkat çekemiyorlar? Malini Mehra diyor ki: "Herkes birbirinden liderlik etmesini bekliyor, biz aslında sorumluluğu hepimiz paylaşıyoruz." İnsanlar değişti ve değişime devam ediyor iddiasındayız. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki "Green washing" dediğimiz göz boyama sevdalısı duyarlılık çalışmalarına burun kıvrılıyor. Sosyo-ekonomik ve çevresel duyarlılığı olan şirketlerde çalışmak istiyoruz. Algı düzeyinde, -duyarlı- olan kurumlara ve kişilere sempati duyuyoruz. Peki ya sürdürülebilir yaşamla birebir ilişkili olan kendi davranışlarımızda değişiklik yapmak o kadar kolay mı? Yapılan başka bir araştırma da gösteriyor ki çevresel duyarlılığı yüksek bir ambalaj değişikliğine gidilen ürünün satışlar düşüyor. Neden? Çünkü insanlar yeni ambalajın çıkardığı hışırtı sesinden hoşlanmıyor!
Anlaşılan o ki bahsettiğimiz davranış değişikliğini yaratmak o kadar kolay değil. İnsanların tüketim alışkanlıkları ise Maslow teorisini kökünden sarsıyor. Mehra' nın değindiği bir nokta var ki çok dikkat çekici: Hindistan' daki mobil telefon sayısı tuvalet sayısından kat kat daha fazla. Ama bu insanlar bisikletlere biniyorlar. Temel yaşam ihtiyaçlarının tam karşılanmadığı bir yerde, sürdürülebilir yaşama çağrı ne kadar yanıt bulabilir? Ya da alt yapı uygunsuzluğu yüzünden bisikletle ulaşım sağlanayamayacak bir şehirde metropol insanlarını ne kadar suçlayabilirsiniz? "Tüketiciden Nirvana' ya kendi kendine ulaşmasını bekleyemezsiniz."
Devlet eliyle yapılan yasal düzenlemelerin gönüllülük esasına dayanmamasına rağmen bir hayli kayda değer değişimler yarattığı da bir gerçek. Bu yüzden deniliyor ki yasa ne kadar hızlı geçerse, değişim o kadar hızlı olur. Fakat seçim argümanları, birbirinden farklı politik gündemler ve kaygılar, kadın ve gençlerin cesaretlendirilmediği sistemler, hepsi ama hepsi bu değişimlerin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. Bu noktada eğitim çok önemli bir rol oynuyor...Fakat eğitim sadece çöpünüzü nasıl dökeceğiniz ile ilgili değil. Eğitim aslında sosyal amaçla taşıdığınız sıfatları, ürünleri, aslında neyi neden yaptığınızı kavramanıza yardımcı olmalı. Sosyal aktivistlik popüler oldu diye sosyal aktivist olan birinin yarın -ne- olacağını bilemezsiniz?
Aslında sürdürülebilirliğin sistemin kendisiyle bir derdi yok sadece niteliği ile ilgili var. "Toksik, endüstriyel kapitalizmden, sürdürülebilir ticaret kapitalizmine" geçiş için bastırıyor.
Ekonomik, çevresel ve sosyal yönleri ile sürdürülebilirlik, Kyoto' nun sona erdiği 2012, insan hakları ihlallerinin çığrından çıkması olası 2012, gelir adaletsizliğine ve ekonomik krizlere başkaldırıların daha da yoğunlaşacağı 2012 yılı ile birlikte tüm dünyanın ana gündem maddesini oluşturacak gibi görünüyor.

20 Kasım 2011 Pazar

20 Kasım Çocuk Hakları gününde Van' a dikkat...

Çocuklar...Masum, umut dolu, her koşulda gülmeyi bilen ve etrafındakilere hatırlatan, henüz hayatın başındaki insanlar. Bir ülkenin kaderini belirleyen yarının yetişkinleri, çocuklar. "Bir dünya bırakın biz çocuklara, göklerde yer açın uçurtmalara..." diye şarkı söyleyen ama genelde kimsenin pek dikkate almadığı ya da almak istemediği çocuklar.

Ülke olarak maalesef çocuklarımıza iyi bakamıyoruz. Eğitimden yoksun bırakılan, küçük yaşta evlendirilen kız çocuklarımız. Kimsesiz, başıboş kalan, suça alet edilen sokak çocuklarımız...Ailesinden şiddet gören, koruyamadığımız çocuklarımız...Ve son olarak büyük bir afet sonrası yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışırken, türlü başka tehlikelerle başbaşa kalan çocuklarımız...

Tam bu noktada Gündem Çocuk adlı Ankara merkezli dernek bir kampanyaya dikkat çekmek istedi. BM tarafından ilan edilen 20 Kasım Çocuk Hakları gününde, Van' da mağdur olan çocukların durumuna ışık tutarak bir çağrı yapıyor ve Van-Erciş deprem bölgesinde hayatı ve sağlığı risk altında olan 300,000 çocuğun yaşamını korumak için hareket geçmeyi vurguluyor.

Basın bildirisinin tamamını aşağıda bulabilirsiniz. Aksiyon olarak yapılabilecekler ise biraz da karar mercilerinin insiyatifine ve hızına kalmış durumda...

DEPREM BÖLGESİNDEKİ

300.000 ÇOCUĞUN YAŞAMI RİSK ALTINDA

VAN-ERCİŞ BÖLGESİ’NDEKİ ÇOCUKLARIN YAŞAMINI KORUMAK İÇİN

HERKESİ İVEDİLİKLE HAREKETE GEÇMEYE ÇAĞIRIYORUZ.

Van Erciş bölgesinde 23 Ekim’de meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremin yıkımının ardından kış koşulları da bölgede yaşamı zorlaştırmaya devam ediyor. 2309 binanın yıkıldığı, 11847 binanın ağır hasarlı, 17923 binanın orta hasarlı olduğu bölgede süregiden 5 ve üzeri büyüklükteki artçı depremler sebebiyle bölge halkı yaşamını dışarda, edinebiliyorlarsa çadırlarda yoksa derme çatma barakalarda geçirmeye çalışıyor. Bir milyonu geçen bölge nüfusuna rağmen devlet tarafından kurulan çadırkent, mevlana kent, konteryner kentlerde barınan nüfusun toplamı yirmi bini geçmiyor.

Kar yağışının başlaması ile barınmaya ilişkin sorunlar had safaya ulaştı. İmkanı bulunanların yanında ve devlet olanakları ile bölgeden hızlı bir göç yaşanıyor. Ancak halen bölgede 600.000’den fazla insanın depremin ve kışın etkilerine maruz kalarak yaşamaya çalıştığı tahmin ediliyor.

Her zaman olduğu gibi bu afette de çocuklar öncelikle ve daha fazla zarar görüyor. Depremin etkilediği bölgede göçün ardından geride kalan 300.000 çocuk bulunduğu tahmin ediliyor. Yoğun kar yağışının başladığı 11 Kasım tarihi ardından -15 dereceleri bulan soğuk hava ile birlikte ilk üç günde 300 çocuğun zature teşhisi ile hastanalerde tedavi altına aldındığı bildiriliyor. Basına yansıyan bu rakamın çok daha ötesinde sayıda çocuğun soğuk kaynaklı hastalıklarla yüzyüze olduğu tahmin ediliyor. Şimdiye kadar resmi rakamlarla Erciş’in Çelebibağ Beldesinde 1 çocuk donarak, önceki gün ise Vanın Karpuzalan köyünde çadırda çıkan yangında 6 ve 12 yaşlarında iki çocuk yaşamını yitirdi, iki çocuk ağır yaralandı. Tedbir alınmadığı taktirde, çocuk ölümlerinin devam etmesinden endişe ediyoruz.

Türkiye 2011 yılında, 20 Kasım Çocuk hakları Günü’nü bu kara tablo ile karşılıyor. Bölgedeki 300.000 çocuğun yaşamı ciddi risk altında. Koordinasyondan uzak, dağınık, işlevsiz, mağduriyeti arttıran çalışmalar ve göstermelik önlemler ile deprem bölgesi dışındaki toplum kesimlerini ikna çabası bir yana bırakılıp durumun ciddiyetinin farkına varılmalıdır. Daha fazla gecikmeden çocukların yaşamını koruyacak etkin önlemler alınmalıdır.

Bu çerçevede:

- Her türlü iç ve dış olanaklar bir ön önce bu amaç doğrultusunda seferber edilmeli, bölge sivil toplumun, ulusal ve uluslararası yardım kurumlarının etkinliklerine açılmalıdır.

- Yardım dağıtımları düzenli olarak ve çadırkentlerde olmasalar dahi tüm ihtiyaç sahiplerini kapsayacak şekilde yapılmalıdır. İhtiyaç sahibinin yardıma değil yardımın ihtiyaç sahibine ulaştığı bir sisteme geçilmeldiir.

- Devlet bölge halkına tam olarak ulaşamamaktadır. Bölgede sosyal hizmet altyapısı yoktur. Çocukların durumunun tespiti ve yerinde destek verilebilmesi için sosyal hizmet altyapısı hızla kurulmalıdır. Bu hizmetin sağlanması için ulusal ve uluslararası sivil toplumdan gelen destek talepleri hızla değerlendirilmeli ve sonuçlandırılmalıdır.

- Sivil toplum örgütleri için işletilen “akreditasyon” sistemi bölgede çalışma konusunda izin almayı haftalara yayan bir bürokrasiye dönüşmüştür. Akreditasyon ile ilgili kalıcı muattap belirlenmeli ve süreç tüm sivil toplum kuruluşları için açık, adil ve hızlı bir şekilde işletilmelidir.

- Kızılay çadırları yerine biran önce kış koşullarına uygun konteynerler, pünomatik ve/veya prefabrik yapılar kurulmalıdır. Bu yapıların sayıları sembolik olmaktan çıkarılmalıdır.

- Çadırkentte yaşamak yardım almanın şartı olmaktan çıkarılmalıdır. Evlerinin bahçelerinde ya da civarında barınmak zorunda olan ailelere de koşulsuz, yerinde, geçici barınak, gıda ve sağlık desteği verilmelidir.

1995’ten bu yana BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin tarafı olan Türkiye sözleşmenin 6. Maddesinde belirtildiği üzere öncelikle çocukların yaşam hakkını korumakla yükümlüdür.

Bu yükümlülüğün ve bölgedeki durumun gereği tüm kamuoyunu, ulusal ve uluslararası tüm kurum ve kuruluşları İVEDİLİKLE, bölgedeki çocukların yaşamını korumak için harekete geçmeye çağırıyoruz.

Gündem: Çocuk!
Çocuk Haklarını Tanıtma, Yaygınlaştırma, Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği
Tunalı Hilmi Caddesi No:54/8 Kavaklıdere/ ANKARA * Tel-Faks: 0312 437 76 41
www.gundemcocuk.org * info@gundemcocuk.org
*Gündem: Çocuk!, her çocuğun hak sahibi, eşit, özgür ve onurlu birer birey olarak, barış içerisinde, iyi ve mutlu bir yaşam sürmesi için çocukların yararına bütüncül bir dönüşümü ısrarla savunan bir sivil toplum örgütüdür. Çalışmalarını çocuk hakları alanında yaşanan sorunların temelindeki paradigmanın değişmesi, savunuculuk, ağ çalışmaları ve katılım programları altında, öncelikli çalışma arkadaşları olan çocuklarla birlikte sürdürür.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Sosyal Medya X Sosyal Etki = ?

Van Depremi ile sosyal medyanın doğal akışı içinde insanların nasıl organize olabildiğini, büyük kesimlere nasıl erişim sağlayabildiğini, bilgi edinme ve paylaşma ihtiyacının nasıl hızlı doyurabildiğini, kampanyalara destek çağrısının nasıl yanıt bulabildiğini hatta ve hatta doğal bir afette insan canını kurtarma konusunda bile nasıl yardımcı olduğunu birebir gözlemledik. Enkaz altındakilerin yardım çağrısının arama kurtarma ekiplerine bir şekilde ulaşması çok dikkat çekiciydi. Belki de sistematik anlamda olası afetler için arama kurtarma ekipleri ile koordineli böyle bir çalışma yapılırsa, ileride bir çok hayat da bu şekilde kurtarılabilir.
Van Depremi o kadar kritik bir bölgede ve o kadar kritik bir zamanda yaşandı ki, haliyle propagandaların malzemesi de oldu sosyal medyada. Kendini taraf olarak addeden (tarafın kim olduğu hiç farketmez) radikal savunucular ortalığa dökülerek konuyu bir oradan bir buradan çekiştirdiler. Bilgi kirliliği içinde haliyle çok zor oldu hangi bilginin gerçekleri yansıttığını anlayabilmek kaldı ki hala bunun savaşını veriyoruz. TR' de çok üzücü bir gelişme olarak 24 askerin kaybının ardından, Kürt halkının yoğunlukla yaşadığı Van' da böyle bir olayın gelişmesi maalesef bazı aşırı milliyetçi söylemlerin kendine yer bulmasını sağladı. Yapılan yardımların bölgeye ulaşımı ve dağıtımı konusundaki sıkıntılar ise başta güvenlik sorunu olmak üzere, devlet elinden herhangi bir çaba sarfedilmediği konusundaki eleştirileri kuvvetlendirdi. Kısacası Van Depremi' nde gerçekten mağdur olan bir çok insanın problemi sadece yemek, barınma ve ısınma iken, sosyal medyada dış sesler olarak, gerçeklere yabancı bir çok ideolojik tartışmanın içinde bulduk yeniden kendimizi.
Deprem bölgesine ulaşan gazetecilerin bir kısmı sosyal medyada paylaştıkları görüntüler ve içerikler ile, gerçek habercilik yapmak isteyen ana akım medyanın içeriğini bir anlamda yarattılar. Bazı ana akım medya, yetkili sesinden kontrollü açıklamaları yayınlarken, bazı medya mensupları ise sıkıntıları -bir an önce çözümlenmesi- umuduyla birebir aktarmaktan kaçınmadı.
Bir diğer grup medya çalışanları ise yaptıkları gaflar, düşüncesizce söylemleri yüzünden kendileri de birer hedef haline geldiler, sosyal medyada az dozlu eleştiriden, tehditkar bir şekilde hedef gösterilmeye kadar.
Bazı kuruluşlar ve markalar, yardım programlarını bir an önce planlayarak harekete geçtiler ya da reaktif olarak ihtiyaç taleplerine cevap verdiler ve yine sosyal medyanın doğal biçimde organize olabilme ve hızlı akışı içerisinde, kim, nerede, ne zaman, ne yapıyor sorularına cevap bulundu daha da ötesi sokaktaki vatandaş tarafından katma değer olarak verilen bireysel yardımların en iyi yarar getirecek şekilde belirlenmesi sağlandı. (kolilerin ne şekilde paketlenmesinden, yardımların içeriğine ve önceliğine kadar...)
Bu sırada sosyal medya, maalesef Onur Air gibi bir havayolu şirketinin ibret- i alem yardım çalışmasına da şahit oldu. Konumuz ve önceliğimiz tabi ki Van' daki deprem mağdurlarına yardım etmek iken, "koşullu yardım pazarlamasının" ne kadar vahim bir biçimde kendine yer edindiğine bir kere daha şahit olduk. Bir kere daha diyorum çünkü bu tür çalışmalara defalarca şahit oluyoruz. Olay, facebookta her yeni "beğeni" karşılığı kampanyaya 0,5 TL yardım edileceği vaadiydi. Daha sonra tepkiler karşılığı kampanya sona erdirildi ve alıngan havayolu şirketimiz, kendisini anlamayanlara teessüflerini iletti. Bununla da kalmadı, herhalde fazla eleştiriyi kaldıramadığından olsa gerek tüm yorumları bir bir sildi. Öncelikle bu çalışmayı neden beğenmediğime dair bir not düşeyim: Beğenmedim çünkü bu kadar "pazarlama" kampanyası olduğunu bağıran marka aktivitesinin sosyal sorumluluk diye satılmasından hoşlanmıyorum. Benzer çalışmaları da ele alarak değerlendirelim. Şirketler, sosyal sorumlu duruşlarını güçlendirmek için bir çok çalışma yapıyor, duruş ise maalesef sürekliliği olmadığı ve inandırıcılığını yitirdiği zaman "kurumsal vatandaş" a daha çok zarar veriyor. Benzer ama farklı en iyi örnek, kuruluşların kendi operasyondaki ekonomik bir işlemden bir miktar ayırması ve yardım fonuna aktarması diyebiliriz. Neden bunu eleştirmiyorum? Çünkü birincisi zaten halihazırda gerçekleşecek bir işlem ile ilgili (alışveriş= ürün tüketimi, hizmet kullanımı), markanın satışlarına etkisi ise duyarlı tüketicinin yönelimiyle şekilleniyor. Kısacası marka ile alışveriş paydasında buluşuyorum, marka benim beğenimi algım bazında "kazanıyor", "satın almıyor"
Onur Air örneğinde ise marka, 0,5 TL karşılığı facebook platformu üzerinde "like" satın alıyor. Onur Air dese ki şu şu tarihler arası bilet satışının yüzde bilmem kaçı kurulan yardım fonuna gidecek, düzgün, sistemli ve pazarlama diye bağırmayan bir çalışma olurdu ama tabi FB like' lar çok kıymetli! Neden kıymetli olduğunu merak ediyorsak, pazarlama odaklı FB rehberlerine göz atabiliriz. Oluşan tepkiler sonrası krizi nasıl yönettikleri konusunda ise hiç değinmiyorum, çünkü bu kadar başarısız, "iletişim" den yoksun bir kriz yönetimini bahsetmeye değer bulmuyorum. İletişimden yoksun olma konusu ise sanırım fazla pazarlama odaklı olmaktan kaynaklanıyor, bunu bir sosyal sorumluluk kampanyasının nasıl koşullu yardım pazarlamasına dönüştüğünü görerek de söyleyebiliriz...Özüne bakıldığında bir yardım fonu oluşturulacak ise bu amaç tabi ki çok iyi niyetli, "bir "beğeni" için yapsın ne var yani de" diyebiliriz. Fakat ben demiyorum çünkü bu tarz yaklaşımların normal kanıksanmasını, meşrulaşmasını istemiyorum. Facebook gibi platformlarda gerçekleştirilen iletişim çalışmalarında nicelikten çok niteliğe önem verilmesini savunuyorum, detay olarak bir sosyal sorumluluk çalışmasının ise ne iletişim ne de pazarlama olduğunu düşünüyorum, adı üstünde: kurumsal vatandaş özelinde "sorumluluk". Yardım eğer 100,000 eksik/ yarım kalmış beğeni yüzünden ulaşmayacaksa ve bunun hesabı/ acısı bu kampanyayı eleştirenlerden çıkarılacaksa zaten bu sorumluluk değil sadece sorumsuzluktur...
Toparlayayım: medya artık biziz. İçerik de bizim düşüncelerimizin somutlaşmış hali. Farkındalık düzeyinden aksiyonlu haline kadar geniş yelpazede biraradayız. Keşfediyoruz, paylaşıyoruz. Van Depremi ile gördük ki politika, sosyal etki, medya gündemi, kampanya yayılımı gibi bir çok başlık altında varlık gösteriyoruz. Hayatımızın akışı ile iç içe geçmiş bile demiyorum tam içinde olan bu kavramla barışık yaşamayı öğrendik, öğreniyoruz. Fakat söylediklerimizden ve yaptıklarımızdan sorumlu olduğumuzu, sosyal medya ile bize fazlasıyla geri döneceğini unutmuyoruz...

13 Ekim 2011 Perşembe

Dijital Çağ' ın konferansları...

Konferans, Sempozyum, Zirve, Toplantı. Adı ne derseniz diyin, ardında çok büyük emek vardır ve katılımcıları da memnun etmek kolay bir iş değildir, farkındayım. Öncelikle de Digital Age konferansı hakkında twitter' da #digitalage2011 hashtag ile izleyici paylaşımlarından yola çıkarak bazı yorumları yapıyorum, eğer yanlış aktarılmış bir şey varsa şimdiden affola.

Digital Age 2011, önüme ilk twitter' da gördüğüm bir hashtag ile düştü. Neymiş ne değilmiş diye araştırırken, yayın kalitesi olarak başarılı bulduğum bir derginin etkinliği olduğunu farkettim. Daha önceki senelerde de düzenleniyormuş, dikkatimi bir şekilde çekmemiş. Etkinliği biraz araştırdıktan sonra e-ticaret sitesinde alışveriş yapıyormuş hissi uyandıran bir biçimde (zaten öyleymiş) ilk önce fiyatına nail oldum, daha sonra içeriğine. Etkinlik konusunda başka bir yerde yaptığım ilk yorumu aynen paylaşıyorum:

"Bu tür etkinliklerde madem dijital çağdayız, başka öneriler bekliyor insan. Ne bileyim, daha düşük bir bedel karşılığı livestream etkinlik izleme vesaire böylece gerçekten fiziken orada olmanın avantajlarını da o miktarda bedel ödeyen hissetsin - eğer böyle bir avantaj varsa tabi. Fikri dinlemek için bu kadar yorulmaya gerek yok, konuşmacılar eminim çok saygıdeğer kişilerdir fakat hiçkimse o kadar pahalı değil bu devirde, üzgünüm!"

Konuşmacıları ikna etmek, getirmek kolay iş değil tabi ki, bu anlamda Huffington' ı ta buralara kadar getirdikleri için tebrik etmek lazım her ne kadar eski (self-expression is the new entertainment demiş, new) ve bilindik sözler dışında bir katkısını gözlemlemesem de...Bunun dışında genelde pazarlama ağırlıklı bir etkinlik olmasının sebebini anlayamadım. Dijital Çağ' dan bahsediyorsak, ve iddialı bir etkinlik ise bu, (fiyat- fayda alakası ile düşünüyor insan), eğitimden girip, politikadan çıkan, sadece "çantamızdakilerin cep telefonumuza taşınacağından bahsetmeyip, bunun bir sonraki adımı olarak gizlilik ve güvenlik politikalarından bahseden*", gündemi gerçekten yakalayan, geleceğe yoğunlukla atıfta bulunan ve taklitçi olmayan ifadelerle bir show yapma hissiyatı güdülmeyen paylaşımlar bekleyebiliriz sanırım? Sponsor firmaların, konuşmacı katkısını anlamak zor değil fakat bir etkinlik kendini hiçbir zaman bu şekilde teslim etmemeli diye inanıyorum. Aynen Huffington' ın reklamveren ve haber ilişkisini değerlendirdiği gibi...

Konuşmacılara değinmişken, okuduklarım arasında beni en çok şaşırtan ise "varoşlarda değil trafikte mutluluk' a ihtiyaç olduğu" söylemi idi. Pazarlama çalışmalarında en çok canı çıkarılan konu olarak "mutluluk' un" bu kadar ucuzlamasından sonra, bu sözden yola çıkarak, o insanları küçük mutluluklarla yetinmeye alışkın olarak tanımlayabiliriz ya da uçup zaten mutluluğu çoktan unutmuş olan bireyler olarak. Bu marka "Coca Cola". Yani gayet herkesin sofrasında yer bulan, herkesi kucaklayan o içecek. Sonuç olarak "varoş" denilen insanların mutluluk' u aramaya bile sıra gelmeyecek kadar kafalarının dertlerle dolu olduğu bu dünyada, mutluluk' a bakış kavramıyla, trafikte ayılıp bayılan insanların o büyük! dertlerini kıyaslamak tam manasıyla abesle iştigal, eğer söylem doğru aktarılmış ise.

*Edit: Konuşmacı böyle bir ifadesi olmadığını belirtti, fakat önemli olan algı diyerek konunun neden bir izleyici tarafından böyle yorumlandığını merak etmeye devam ediyorum.

Sonuç olarak dijital! den takip ettiğim kadarıyla bende ne heyecan uyandıran konuşmacılar ne de söylemler oldu. Bir söz vardı, "iktidar, ışıktan hızlıdır." buna gülümsediğimi söyleyebilirim. :) Digital Age konferansı ne etkinlik süresi, ne içeriği ile basılı yayınının yanından bile geçemedi. Eğer Dijital Çağ hakkında yazmak değil konuşmaya hazır değilsek, bu işleri hazır olunca yapalım. Ne dersiniz?

11 Ekim 2011 Salı

Şiddet, Etik ve Gazetecilik

George Orwell demiş ki: "Real journalism is publishing something someone else does not want published - the rest is just public relations."; Gerçek gazetecilik yazılmak istenmeyeni yazmaktır, gerisi halkla ilişkiler' dir." Halkla İlişkiler' e fazla yüklenmiş gibi görünen ve PR' ın yaşamsal önemini reddeden bir argüman olsa da Gazetecilik ile ilgili söyledikleri tabi ki doğru.

Gazeteci, haber verir: yaratmaz. Gazeteci, altını çizer, üstünü değil. Gazeteci sansürden hiç hoşlanmaz çünkü fikir ve ifade özgürlüğü vardır. Gazeteci aynı zamanda medya etiğinden de bihaber olmamalıdır çünkü en nihayetinde toplumsal bilgi alışverişinde oynadığı rol ile neye hizmet ettiğini sorgulamalıdır.

Habertürk' ün mevzu bahis sürmanşeti inanılmaz tepki topladı. Neden? Çünkü şiddete en ağır biçimde maruz kalmış bir kadın yani öldürülmüş bir kadın resmini mozaiklemeden yayınladı, ana sayfadan. Altaylı amacına ulaştığını belirtse de derinlemesine düşününce bu fotoğraf bu şekilde yayınlanmadan da yarattığı sansasyonun yansımasına eşdeğer olarak, frekans ve hikaye bazında bu konuya katkıda bulunabilirdi. Şiddeti anlatmak için okuyucu gözleri önüne serilen bu durum, sansasyonel habercilik ile aslında gazetecilik anlayışına mı hizmet etti yoksa mecranın kendi PR çalışmalarına mı orası çok tartışmalı. Bir itibar kaygısı güdülmediği gazetenin başındaki Altaylı tarafından açık bir şekilde ifade edildi fakat sansasyon, etik ve toplumsal bilinç paradoksu içinde bir tarafı düzeltmeye çalışırken neleri kaybettiğimize bakmak hepimizin asli işi.

Sansasyon vesilesiyle Altaylı başka bir cevap yazı yazdı ki burada kullandığı doneler tabiki doğruydu. Fakat sorunun çözümünde medyanın oynadığı role bakışı açısından, sınırları fazla ileri alınmış bir yayın anlayışı mevcuttu. İnsan hakları açısından da bakıldığında, ölünün ölüm halinden dolayı kendi bedeni üzerinde herhangi bir tasarrufu yoktu ve bu şekilde bir yayın, bırakın toplum vicdanında nasıl yer bulur, insanın kendi haklarının en basit haliyle elinden alınmasına yol açmadı mı?. Diğer anlamda bakıldığında ise şiddet öğesi içeren görsellerin toplumsal etkisinin sorgulanma durumu ezelden beri devam ediliyor, hem etik hem de sosyolojik açıdan karşıt görüşte bir çok insan tarafından bu konu tartışılıyor.

Konu sansasyonel yapısı itibariyle çok tartışıldı, asıl tartışılması gereken nokta ise tabiki de yüksek oranda şiddete maruz kalan kadınlara nasıl yardımcı olunabileceği idi. Bu resim, bu ve benzer olayların bir daha yaşanmaması sürecine nasıl bir katkıda bulundu, bir bağlantı kurmak pek mümkün görünmüyor şu aşamada. Yayının samimiyetle yapılmak istendiği varsayılsa bile şiddet içerikli yayınların, şiddetin meşrulaştığı bir ortamda kimleri nasıl harekete geçirdiğinden pek emin olamıyoruz...Emin olduğumuz tek bir şey var ki o da şiddet üzerine dikkat çekilmeyen bir konu değildi, o sebeple fotomuhabirin objektifinden dehşet bir görüntü yerine farklı bir hikaye aktarılabilirdi...Gerçek fotomuhabirlik herkesin baktığı yerden bakmamaktır belki de, yoksa gerisi görselli basın bülteni diyebilir miyiz?


14 Temmuz 2011 Perşembe

Etik teknolojiyi sınırlandırmaz; sadece daha yararlı kılar..

Dragon' s Den izliyorum. Girisimci kisilik, tam olarak kendi icadi sayilamayacak bir oyuncak ortaya cikiyor. Kucuk cocuklarin kullanimi icin tasarlanmis basit arayuzlu tabletin oyuncak ayinin icine gomuldugu bir eglence aleti; masal okuyor, muzik caliyor. Yatirimcilar fikirlerini paylasiyor. Ve sira birine geldiginde sunu soyluyor; "Beni rakamlar konusunda ikna etsen de ben buna asla yatirim yapmam. Cunku masallari anlatmak babalarin gorevidir, bilgisayarlarin degil."

Girisim baska iki yatirimcidan destek bulsa da dusundurucuydu. Teknoloji ile donanmis hayatlarimizda, onun degerlerimizle, etik anlayisimizla ne kadar uyustuguna da bakmali miyiz? Teknoloji belirli anlamlarda hayat kalitemizi yukseltirken, gelecek nesillerin dogal kaynaklarini ne hale getiriyor? Bizi gelecege tasidigini varsaydigimiz teknoloji, bazi noktalarda nereye kadar geri goturuyor? Bazi teknolojiler gercekten ihtiyactan mi doguyor, yoksa gelistirilen teknolojiler hayatlarimiza mi dayatiliyor? Girisimci fikirler ekonomik anlamda bir hareket alani olustursa da, mutluluk ekonomisine katkisi ne seviyede oluyor?

Genetik bilimi, insan-robotlar, cevreci uygulamalar, bilgi guvenligi, özel hayatin gizliliği...Teknoloji ve etik iliskisi ele alindiginda bir cok acidan konuyu tartisabilmek mumkun. Hatta bazi bilimadamlari varolan dunyanin sonunun teknolojiyi yaratanlar ve teknolojik icatlar arasindaki savas ile gelecegine inaniyorlar!

UNESCO bu konuda insiyatifi ele alarak, Bilim ve Teknoloji Komisyonunu 1998' de kurmus ve komisyon etik, bilim ve teknoloji ilişkisi cercevesinde arastirmalar yapiyor ve duzenli raporlar yayinliyor. Konu, kamuyu direk ilgilendirdiginden dolayi ayni zamanda bilinclendirme ve farkindalik yaratma konularinda da calismalar surduruyor ve tum bunlari insan haklarına saygı temeline oturtuyor. 2006 yilinda yayinlanan raporlardan birinde teknoloji ve beraberinde getirdigi risklerle ilgili duruma dikkat cekilmis. Ozellikle guclu teknolojilerin beraberinde ne gibi riskler tasidigi tam tayin edilemeden, hayatlarimizin icine girivermesi, uzun vadede bir cok sorunu ortaya cikaracaktir deniliyor. Ayrica teknolojinin gelisimi ile birlikte, bu teknolojiye erisim hakkina kimin sahip olacagi da ayri bir tartisma konusu -ozellikle saglik teknolojileri soz konusu oldugunda-; finansal anlamda guclu olan bir azinlik mi yoksa dunya halklarinin tumu mu?

Tum bu endiseler ve belirsizlikler goz onune alindiginda, bilim ve teknolojinin insan yararina yol alabilmesi icin bir takim standartlar gelistirilmeye ve dunya ulkeleri ve ozel sirketler çapında kabul gormesine calisiliyor. Dolayisiyla ozellikle bu alanlarda faaliyetleri olan sirketlerin de, yepyeni girisimlerin de sayısal verilerin yanısıra etik hassasiyetleri, kurulus itibarinin ayrilmaz bir parcası olarak kendini gosteriyor.

Simdi siz soyleyin, cocugunuza masal anlatması için bir robot almak ister miydiniz? Ya da yatırımcı olsanız, finansal donusu yuksek olması yeterli midir bir girişimin hayat bulabilmesi için? Geleceği şekillendiren de işte çoğunluğumuzun tüm bu sorulara verdiği cevaplar olacak...


5 Mart 2011 Cumartesi

Geleneksel medya portallarında, yorumun ötesinde interaktivite mümkün mü?




Economist Debate' te 23 Şubat' tan bu yana süregelen ve bugün sona eren tartışma konusu İnternet Demokrasisi idi. Bu tarihten önce ise Mısır' a demokrasi gelip gelmeyeceği, doğalgazın karbon emisyonunu düşürme çalışmalarındaki önemi, şehirlerin büyüme hızı ve yaşam kalitesi arasındaki ilişki gibi çok geniş bir yelpazedeki konular konuşuldu.

Konu içeriğinden daha çok ele almak istediğim Economist gibi bir yayının online medyada kurguladığı bu "müzakere" sistemi. Geleneksel medyanın online kanallara açılırken en önemli yaklaşımının okuyuculara interaktivite sağlaması olduğu konusun
da hem fikiriz sanırım. Hala daha haber altına yorum bölümü bile var olmayan online yayınlar varken, Economist Debate ve benzer çalışmalardan ise bir okuyucu olarak etkilendiğimi söyleyebilirim.

Sistem basit, müzakere ortamı dijitale taşınıyor. Ortada bir argüman var ve bu argümanı destekleyen ve desteklemeyen iki uzman görüş. Moderatör konuya bir giriş yapıyor ve okuyucular ise herhangi bir görüşe ne derece katıldıkları ile ilgili oy kullanıyor ayrıca yorum bırakabiliyorlar. Konu zaman zaman sektörü ile alakalı sponsor bir şirket tarafından da desteklenebiliyor. Ayrıca tavsiye edilen ek okumalar ile konu hakkında daha fazla bilgi toplamak isteyen okuyuculara yol gösteriliyor. Bu şekilde yaklaşık bir hafta süren müzakere sonucu daha çok oy alan görüş ortaya çıkıyor ve müzakere kapanıyor.

Site üzerinde bir müzakere takvimi var ve bu şekilde kapanan müzakereler, o anda devam edenler ve yaklaşan müzakereler görülebiliyor. Fakat oy kullanabilmek için devam ettiği ta
rihlere dikkat...

Economist Debate, okuyucular açısından gerçek anlamda tarafsız bilgi kaynağı olarak işlev görürken (çift görüş ve ek kaynaklar) online ortamın interaktivitesinden yararlanan başarılı bir örnek.

Buna benzer bir başka örnek ise Guardian Q&A. "Sürdürülebilir iş, güzellik, yerel yönetim" gibi alt kategorilerde belirlenen bir gün ve saatte bir uzman eşliğinde online soru- cevap oturumları gerçekleştiriliyor. Gerçekleşecek oturumun kapsamı ve uzmanları hakkında ön bilgi veriliyor, sorular ise yorum bölümünden iletiliyor ve aynı bölümden de cevaplanıyor. Bu sırada kimin Guardian adına paneli yönettiğini, kimin o günün konuğu olduğunu kendi yorumlarının yer aldığı bölümlerin içindeki küçük ikonlarla görmek çok kolay. Ayrıca yine okuyucuya ek okuma olanağı sunan ve konu ile alakalı diğer haberlerle yönlendiren linklere de soru cevap bölümünden ulaşmak mümkün. "Sürdürülebilirlik" bölümünde yer alan oturum "Biyoçeşitlilik" üzerine gerçekleşmiş ve 53 yorumla şimdilik kapanmış.

Bu tür örnekleri çeşitlendirmek mümkün. Okuyuculardan aldığı ilginin boyutu belki çok yüksek seviyelerde değil fakat geleneksel medyanın interaktiviteye yaptığı yatırımı görmek sevindirici.Okuyucunun konu hakkında bilgi sahibi kişilerle buluşturulması haricinde, her çeşit yorumdan ve bilgiden beslenerek dijital medyanın dağınık düzeninde en azından sistematik bir tartışma ve bilgi edinme ortamı yaratıyor...

Bireysel yayıncılığın geleneksel medyadan daha etkili olduğu tartışıla dursun, gelenekselin bireysel düzeyde sınırlı olarak ilgi çeken konularda yaptığı bu açılımların, okuyucuyu ve bu mesaj bombardımanı altına kıymetli olan zamanını kendisine çekme konusunda etkili olacağını düşünüyorum. Bireysel yayıncı her ne kadar kendi ilgi alanlarına yönelik olarak topluluklara seslense de, bazen bireysel bir pazarlama misyonundan öteye geçemiyor ya da bir yerlerde bir takım sebeplerden sahip olduğu misyonu daha fazla sürdüremiyor. Bunu bireysel ve medya kuruluşu arasında okuyucu ve güven kazanma savaşına döndürmek de çok gerekli değil. Sadece herhangi bir geleneksel medya kuruluşunun, sahip olduğu kaynakları ve bireysel düzeyde mümkün olmayan erişim gücünü kullanarak köşede kalmış konulara yönelerek güven tazelemesi söz konusu olabilir...