30 Ağustos 2009 Pazar

Bilinçsiz tüketiciler sosyal medyada...

Sosyal Medya'da olumsuz içeriğe karşı markaların/kurumların belirleyecekleri tutum ve alacakları aksiyon konusunda Eren 'in açtığı başlık altında yorumlarımı paylaşmıştım:

http://ff.im/2hwi0
http://www.erenkumcuoglu.com/2009/04/20-uzerine-beyin-frtnas.html

"Sosyal medya dediğimiz ortamda, amaç sadece karşı tarafa mesajlarını daha kolay ve hızlı bir şekilde ulaştırmak değil ve bir anlamda algılarını açmak. Bu paylaşım ortamının kendi içinde karalamalar vb. kötü diye nitelendirilebilecek içeriğin de kontrolsüz yayılımına ev sahipliği yapması, konunun aslında her zaman iyi yönetilmesi gereken krizlere geldiğini görebiliyoruz. Ve bu ortam bildiğimiz kriz iletişimine de benzemiyor, daha hızlı cevaplar, daha hakim insanlar ve daha inandırıcı çalışmalar gerektiriyor. En son dominos'un yaşadığı olay da buna delalet...Adamlar cevaplarını çok geç verdi...ayrıca global düzeyde youtube'a video yüklemek yeterli değil. Dominos TR'den sadece bir basın açıklaması gördüm, o da belli gazetelerin internet sitelerinde yayınlanarak bu ortamda ancak vücut buldu. Glokal bir kötüyle mücadele lazım...bu da ayrı bir ayrıntı..."

"müşteri her zaman haklı değildir. ama haklı da olsa haksız da olsa yaklaşım aynı olmalı: ilgi göstermek, durumu açıklamak, çözüm önermek, anlaşılmasını sağlamak..."

"sosyal medya katılımcıları olarak; kötü içeriğin karşısında günlük hayatta gösterdiğimiz kadar şüphecilik göstermeliyiz, hatta belki de daha fazla. Çünkü bu ortam insanların kolayca atıp tutabileceğini sandığı, üstüne de pek fazla sorumluluk kabul etmediği bir yer. bilinçli zarar verme çalışmalarına çanak tutmamak için herkese sorumluluk düşüyor..bu bilinç de uzun vadede kurum kaynakları açısından bir avantaj yaratabilir..."

Daha sonra bu konu etrafında dönen başka bir blog yazısı daha yazdım:

Kontrol mü Bilinç mi Çözüm Hangisinde?

Paylaştığımız ve üzerine tartıştığımız görüşlerimiz, zaman zaman gerçekte yaşanan olaylar ve markaların düştükleri durumlarla vücut bulmaya başladı:
  • Tüketiciler zaman zaman sinirlerine yenik düşüp, aslında bir temeli olmayan suçlamalarla, kurumdan/markadan hak talep edebiliyor.
  • Bu iddialara bilinçsizce destek veren takipçiler, yanlış bilgi ve asılsız ithamlara, hatta suç unsuru teşkil edecek durumlara çanak tutuyor,
  • Kurumlar/markalar karşılaştıkları bu durumu makul çerçevelerde çözümlemeye çalışırken yasal unsurlar, prosedürler ve müşteriye yaklaşımları arasında kayboluyor.
Bu noktada üzerine eğilmek gereken iki nokta var:

1-Bilinçli tüketici olmak haklarınız kadar sorumluluklarınızın da bilincinde olunmasını gerektirir.
2-Olumsuz içeriklerle mücadele eden markalar her müşteriye onu anlamak için yaklaşmalı, iyi niyetli bir tutum sergilemeli fakat gerektiği takdirde kötü niyetli içeriğe karşı kendi prosedürleri ve yasal hakları çerçevesinde yasal yoldan da mücadele etmeli...

Bakın bir sosyal medya katılımcısı ne demiş:


Tüketici hakları kavramının bazı firmalar tarafından satış şartnamelerinde tabiri caizce kılıfına uydurularak sömürüldüğü, etki alanının kısıtlandığı iddia ediliyor. Fakat tüketici malın alıcısı olduğu ve bunu resmileştirdiği durumda, hukuk dilinde bu şartnameyi okuduğu ve kabul ettiği anlamına geliyor. Bu noktadan sonra standardı belirlenmiş ve sizin de kabul ettiğiniz prosedürlere "ben bunu bilmiyordum, bilseydim almazdım, siz de bilin, siz de almayın, bu bir dolandırıcılık" şeklinde firmanın dolaylı yoldan alakalı olduğu bir durum için ithamlar savurmak yukarıda da belirtildiği gibi yasal olarak suç unsuru da teşkil edebilir.

Sosyal medya ortamında birçok olumlu/ olumsuz yanıltıcı içerik bulunuyor. Kişisel deneyim söz konusu olduğunda insanlar paylaşıyor, etki alanı genişliyor ve hep bahsedilen "kartopu" etkisi yaratılıyor. Bazı sosyal medya katılımcıları etki potansiyeli ile kontrol kavramını karıştırıyor olsalar da etki alanı dar ya da geniş, bugün her kurumun/markanın müşterisini dinlemesi gerektiği bir gerçek. Olumsuz içeriğin savunucuları tarafından "tabi ki de marka bu şikayeti dinleyecek, en çok okunan bloglardan biri" algısı yaratmamak için, markaların tüketicilerine eşit mesafede durması ve daha önce de belirttiğim gibi haklı/haksız ilgi göstermesi, durumu açıklaması, çözüme kavuşturması ve anlaşılmasını sağlaması gerekiyor. Aslına bakılırsa markanın tüketiciye sorumluluklarını hatırlatma gibi bir misyonu da bulunmuyor fakat insiyatifi ele alan marka tansiyon yükselmeden bu durumu çözümleyebilir.

Bu noktadan sonra kendisine makul çerçevelerde çözüm önerisi sunulan ve ısrarla kabul etmeyerek durumu farklı bir boyuta taşıyan tüketiciyi ise karşısındaki markanın yasal hakları bekliyor.

Bu yazıda tüketicinin haksız olduğu ve dayanaksız/yersiz hak talep ettiği bir durumdan bahsettik. Tüketici haklarının ses bulduğu ve markaların kendilerine çeki düzen verdiği bir durum ise yine sosyal medyanın ayrı bir konusu...

28 Ağustos 2009 Cuma

Sosyal Medya İletişim Yönetiminde Stratejik PR'ın Rolü

Sosyal medya çalışmaları markaların kurumsal ve pazarlama iletişimi programlarında daha fazla yer almaya başladıkça, konunun hangi departman, hangi fonksiyon, hangi üçüncü parti tarafından yönetilmesi gerektiği de tartışılmaya başlandı.
Bu konuda yazılan blogları, makaleleri tarayarak ve kendi gözlemlerimi de ekleyerek kapsamının online pazarlama kavramından ayrıştığı noktada bir stratejik iletişim/halkla ilişkiler fonksiyonu olduğunu söyleyebilirim.
Sosyal Medya: İletişimin gerçek anlamda hayat bulması
Sosyal medyanın temel dinamiğinin iki yönlü iletişim modelinden oluştuğunu baz alarak, kurumların ve markaların çeşitli taktik, araç ve yöntemlerle mesajlarını daha kolay ilettiği, geri bildirimlere daha kolay ulaştığı, eşik bekçisi olarak tabir edilen geleneksel medya kanallarına takılmadan geniş kitlelerle buluştuğu şeffaf bir ortamdan bahsediyoruz.
Halkla İlişkiler: Diğer fonksiyonlarla entegre bir iletişim planlaması
Halkla ilişkiler fonksiyonu altındaki birçok başlığın bu yeni iletişim ortamında teknolojinin de nimetlerini kullanarak hedef kitlelerini amaçlanan algı etrafında buluşturması uzun ve stratejik planlama gerektiren bir süreç...Ayrıca doğası gereği teknoloji barındırdığı ve pazarlama aktiviteleri mesajlarının bazılarına konu oluşturduğu için birtakım fonksiyonlarla işbirliği içinde hareket etmeli.
Sosyal medya katılımcıları...
Sosyal medya katılımcısı dediğimizde, sadece belli bir markanın halihazırdaki elçileri, tüketicileri, ya da potansiyel kullanıcılarından bahsetmiyoruz. Sosyal medya ortamı, bireyin değişik rolleriyle iletişim kurduğu, algıladığı ve diğer değişik rollerle etkileşime girdiği bir ortam. Bu da halkla ilişkilerin, STK'lardan tüketicilere, yatırımcılardan çalışanlara, hatta ve hatta geleneksel medyada görev alan basın mensuplarına kadar birçok direk ya da dolaylı hedef kitle ile bu yeni dinamikleri olan ortamda iletişim programlarını gözden geçirmesi ve yeniden tasarlaması demek.
Sosyal medyanın kör noktalarını PR dolduruyor...
Sosyal medya çalışmalarında etkin içerik oluşturma, yani hedef kitlenin ilgisini çekecek, ikna edici, etkileşim yaratıcı içerik tasarlama, PR'ın medya ilişkilerinden miras kalan ana konusu... İletişim kanallarının değişmesi ya da gelişmesi, hedef kitle için anlam ifade eden bilginin niteliğini değiştirmiyor, buna ulaşmasını kolaylaştırıyor. Burada sosyal medya katılımcılarına medya mensubu gibi davranmaktan ziyade neyin haber değeri taşıdığı kurgusundan yola çıkılıyor.
Katılımı Körükleme... Pazarlamanın kampanyaları kurguladığı ve yaratıcılıkla sunduğu noktada PR devreye girerek reklam dilinden uzak ve sosyal medyanın ihtiyacı olan samimi şekilde 5N 1K sorularına cevap veriyor...
Gerçek zamanlı iletişim, PR'ın DNA'larında var...Gündemin ve kriz konularının yakından takibi, PR'ın gerçek zamanlı izleme ve aksiyon alınması konusunda hassasiyetlerini kuvvetlendirmiş bir şekilde, sosyal medyanın dinamiğine uyum sağlıyor.
Tam kapsamlı bir sosyal medya varlığı göstermek isteyen markalar PR'a güveniyor. Çünkü PR, hedef kitleyi tüketici çerçevesinden çıkarıp daha geniş bir boyutta ele alarak değerlendiriyor, mesajları buna göre şekillendiriyor.
Halkla ilişkilerin geleneksel başlıkları ve direk/dolaylı hedef kitlesi ile sosyal medyanın ne şekilde entegre olduğu hakkında burada zaman zaman okuduğunuz yazılar var:
Tüm bu dinamikler göz önüne alındığında, gün itibariyle sosyal medya iletişim yönetimine en yakın duran fonksiyon, stratejik halkla ilişkiler...Bu çalışmaların başarıyla sonuçlanması ise gelip insiyatifi akılcı bir şekilde ele alan PR ajanslarına dayanıyor:
  • Sosyal medya kanallarından ziyade hedef kitle ve hedefleri net belirleyen- Hadi bir Facebook account açalım değil, neden açalım, kim için açalım?
  • Varlık odaklı değil sonuç odaklı yaklaşma- Facebook'ta olmalıyız değil, Facebook'ta olmak bize bunu getirir/şunu götürür....
  • İcraat sahiplerinin sosyal medyada kendi varlığı...- Dijital konkur zamanı bir arkadaşın ajanslara dediği gibi: Şimdi mi aklınıza geldi sosyal medyada varlık göstermek?
  • Şirketi ve beyin gücünü sosyal medya hakkında geliştiren- Sadece ücretli eğitimler şart değil, okuyan, araştıran, öğrenen kurum,
  • Diğer disiplinlerle işbirliği- SEO, kreatif, dijital pazarlama vesaire...
  • Nicelik değil nitelikten yola çıkan- 100 bloggera basın bülteni göndermek yerine kendisini ve blog içeriğini analiz edebildiğin, kendi mesajınla ilişkilendirebildiğin 10 blog yazarı ile diyalog kurma,
  • Tıklanmak güzel ama asıl anlam yaratan içeriğin kendisi- Hedef kitle için anlamlı içerik yaratma*
*Council of PR Firms- Best Practices

23 Ağustos 2009 Pazar

Genç Profesyonellerin Gözünden İstanbul "Şehir Markası"

Yüksek lisans döneminde bir dersimizde gerçekleştirilen"şehir markası" projesi kapsamında, kalifiye iş gücü gözünden İstanbul'un nasıl konumlandığı konusunda anket yolu ile yaptığım araştırma sonuçları hakkında birkaç detay(2007)...

Hedeflenen, genç profesyonellerin yaşanabilir çevre ve iş hayatından beklentileri ve bunların İstanbul kriterleri ile kıyaslanma oranlarından, daha ileriki zamanlarda kalifiye iş gücünün İzmir, Ankara gibi diğer metropol şehirlere daha adil bir dağılımı konusunda fikir oluşturmak ve yol haritalarına data elde etmekti.

PERYÖN tarafından daha önce yapılan bir araştırma iş arayanların %71'inin İzmir veya Ankara gibi metropoller yerine İstanbul'u tercih ettiğini gösteriyordu. Dünyanın en ünlü şehirlerinden biri olan İstanbul'un genç profesyonellerin mesleki ve bireysel hedefleri doğrultusunda popülerliğinin temellerinde neler yattığına dair daha derinden bir bakış açısı geliştirmeye çalıştım.

PERYÖN araştırma sonuçlarına göre iş arayanların iş hayatından beklentileri ve başka bir araştırma sonucuna göre yaşanması düşünülen tipik bir çevre kriterleri baz alınarak İstanbul'da çalışan ya da çalışmak isteyen katılımcılara kendileri için önem sıralaması oluşturmaları ve gerçek hayat deneyimleri ile karşılaştırmaları istendi.

İstanbul'un büyük suç oranı, trafik karmaşası, yüksek yaşam maliyeti ile yaşanabilir çevre kriterlerinin bir çoğundan düşük not almasına rağmen, yetenek savaşını her türlü kazanması ise bir şehir markası olarak ne kadar güçlü bir konumda olduğuna ışık tutuyordu. Yüksek maaş ve yan menfaatlere rağmen genç profesyoneller tarafından reddedilen işlere dikkat çeken ünlü bir şirketin bölge sorumlusu İstanbul nüfusunun aşırı yoğunlaştığına ve diğer şehirlerdeki gelişimin dolayısıyla tıkandığına dikkat çekiyordu.

Bütün bu verilerle birlikte; zincirleme bir reaksiyon halinde dünyanın kültür başkentlerinden biri olan İstanbul'un sanayi bölgelerine yakınlığı, birçok şirket merkezinin ve faaliyetlerinin buradan yürütülüyor olması gibi sebeplerle genç profesyonellerin tercihleri de İstanbul için şekilleniyordu. Bu noktada İstanbul'da çalışmakla gerçek kazanımın ne olacağı konusunun daha derinden analizi için yorumlar da alındı.

Katılımcıların doğum yeri, üniversite okuduğu şehir, lisans sonrası herhangi bir yüksek lisans/doktora yapma düşüncesi, medeni hali gibi etkenlerin de değerlendirmede baz alındığı araştırma sonuçlarına göre;

  • İyi okul ve üniversiteler, hem yaşanabilir çevre kriterleri önem sıralaması, hem de İstanbul'un rekabet avantajında en yüksek notu aldı.
  • Ardından sosyal imkanlar ve sağlık merkezleri yer aldı.
  • Katılımcıların %62'sinin trafik ve buna ayrılan zamanın yaşanacak yer konusunda çok önemli olduğunu düşünmesine rağmen, %92 oranı bu kriterde İstanbul'a zayıf not verdi.
  • Suç oranları konusu ise ayrı bir yaşama kriteri olarak İstanbul'un en düşük notlarından birini aldı.

İstanbul'da çalışanların iş hayatından beklentilerinin ve gerçek deneyimlerinin kıyaslandığı ikinci bölümde ise, beklenti sıralamasında çok önemli olarak addedilen ve gerçek deneyim konusunda da çok düşük not olan aşağıdaki kriterler gözlemlendi:
  • Kariyer yapma, iş tatmini ve huzurlu bir yaşam
  • Kişisel gelişim, sosyal haklar ve güvenlik, çalışana saygı
  • Başarının ödüllendirildiği bir iş yeri
Katılımcıların %80'i daha önce İstanbul dışında herhangi bir şekilde hiç iş aramadığını belirtirken, %60 gibi bir oran aynı ya da daha fazla maaş& yan menfaatlere rağmen İstanbul dışında bir iş teklifini kabul etmeyeceklerini belirtti. Katılımcıların %50'den fazlasının İstanbul dışında bir şehirde doğmuş ve yetişmiş ayrıca maaşlarının da yıllık olarak 30000 limitinden düşük olduğu bir durumda, genç profesyonellerin İstanbul'da yaşamak istemesinin iş hayatı fırsatları dışında başka beklentiler üzerinden de şekillendiği anlaşılıyordu.

Genel bağlamda katılımcıların görüşü, iş fırsatlarının çok olduğu İstanbul'da kariyer yapma ve yüksek maaş fırsatının da olduğu idi. Etkin bir networking oluşturma ve sektörel bazda kariyer için en elverişli merkez olması ise diğer etkenlerdi.

Gel gelelim zor yaşam şartlarına ve gerçek hayatla örtüşmeyen beklentilere rağmen, İstanbul'un genç profesyoneller üzerindeki çekiciliğinin devam etmesi, diğer metropol şehirlerin şehir markası kapsamında kalifiye iş gücünü çekme çalışmalarında büyük bir soru işareti oluşturuyor. ..

En modern yaşam standartları ya da kariyer imkanları ve finansal menfaatler gibi rasyonel kurgulara rağmen, genç profesyoneller belki de "I luv this city- Bu şehri seviyorum" diyerek İstanbul'dan vazgeçmiyor...

Peki siz olsanız ne yapardınız? Herşeye rağmen İstanbul mu olurdu? Çalışmak istenilen iş yerleri sıralamasında her zaman başı çeken şirketlerden biri olan Unilever merkezini ve faaliyetlerini bugün İzmir'e taşıdığını duyursa ve size bir iş teklifi ile gelse ne derdiniz?...

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Basın Bülteni Dağıtım Servisleri

Basın listelerini güncel tutmak, yayın hayatına başlayan ya da sona eren gazeteleri, dergileri, TV programlarını takip etmek, medya içi transferleri kaçırmamak, sirkülasyon içinde kim nerede ne yazıyor, neyle ilgileniyor bilmek, bireysel diyaloglar da geliştirmek PR sektöründe medya ilişkileri hizmeti veren taraflar için zaman ve emek isteyen konular...

Basın listelerini PR ajansları için oluşturan ve güncelleyen, medyayı yakından takip eden ve bültenleri geniş bir kitleye servis eden basın bülteni dağıtım hizmetleri ortaya çıktığından beri zaman ve efordan tasarruf ettirdiği ya da ettiriyor gibi göründüğü için yoğun talep görüyor. Ek olarak sosyal medyaya ilginin artması ile birlikte işin içine arama motorları için optimize edilmiş bülten ve dağıtım hizmetleri girdi.

Tüm bu hizmetlerin medya listelerini güncel tutma ve arama motorları ile ilişkilerin güçlendirilmesi gibi bakımlardan işe yaradığı düşünülüyor. Bülten hedef kitlenin eline ulaştı, eline ulaştı ve okudu, okudu, okudu, okudu...Ya da arama motorlarında bültenin kopyaları alakalı alakasız sitelerde yer alıyor, sadece yer alıyor...

Bu hizmetleri akılcı bir bakış açısı ile yorumlamak hem hizmet tarafında yeni fikirlerin oluşturulmasına öncülük eder hem de sonuçta gerçek faydasının sıfıra yakın olduğu kurgulara yatırım yapmaktan marka ya da ajans tarafını kurtarır diyerek biraz ele alalım.

Medya listelerini üçüncü bir tarafın oluşturduğu ve güncellediği bir kurguda,zamanla medya mensupları ile ilişkilerin zayıflaması bir PR ajansı için en önemli sorunlardan biri haline gelebilir. Medya ilişkilerinin en önemli parçalarından biri olan gündemi takip etme ve bağlantılı gündemler oluşturabilme yetisi kaybolabilir. Bülten dağıtımının başarılı çıkışlarla sonuçlandığı çalışmalara baktığımızda nokta atışı yapan, hedef mecrayı, servis bölümünü ve gazeteciyi tanıyan yaklaşımları gözlemleyebiliriz. Bu durumda bültenlerinizin 100,000 kişilik bir listeye giderek belki de %90 oranında okunmadan silinmesi hiçbirşey ifade etmez. Okundu'lu mailler ise bir nebze hedef mecranın ilgisini çekmiş gibi görünse de sonuçta ilgilenmeyen bir gazetecinin mail kutusunda bir kirlilik yaratmak ve belki de onu boğmaktan başka hiçbirşeye yaramaz.

Medya ilişkileri konusu, Amerika gibi PR sektörünün çok geliştiği ülkelerde farklı yönleri ve çözümleri ile ele alınırken, "permission based release distribution -izinli bülten dağıtımı" konsepti yaygınlaşırken, halen daha spam tarzında bültenlerle medyayı ya da diğer hedef isimleri boğmak, birilerinin sizin hakkınızda haberdar olmasını sağlarken, oluşan olumsuz imaj bülten gündeminizin önünüze geçecek ve muhtemelen sadece o hatırlanacaktır.

Arama motoru için optimize edilmiş bülten çalışmalarınız sonrası, backlink'lerin büyük bir çoğunluğu değişik medya kanallarından değil de dağıtıcı sitenizden geliyorsa bu durum çok uzun süreli olmayacak ve akıllı arama motoru sıralamasında muhtemelen başladığınız noktaya geri döneceksiniz. Ayrıca asıl önemli olan sitenize trafik çekmek değil trafiği nasıl bir faydaya çevirdiğiniz, satış mı, bilgi edinme isteği mi vb. İnsanların gerçekten neyi önemsediğini bilmek ve stratejilerinizi bunun üzerine kurmak basit bir mantık ama en yararlısı olduğuna şüphe yok Arama motorlarında birbirinin aynısı bültenler zinciri ise tüketici pratiğinde her zaman deneyim sonuçlarının gerisinden gelir.

Tüm bu açılardan ele alındığında, geleneksel medya veya sosyal medya bülten dağıtım servislerinin gerçek faydasının tekrar değerlendirilmesi, akıllıca yöntemlerle ve stratejilerle kurgulanması gerekli diyebiliriz. Boşlukları doldurabilen hizmet modelleri ve girişimler ise iki taraflı kazanım yaratır ve uzun ömürlü olur.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

PR sektörünün çivilerini yerine takıyoruz

Marketing Türkiye'nin bir PR profesyonelinin içini dökmesi ile ele aldığı medya ve PR ilişkisi üzerine haber çalışması büyük yankı uyandırdı.


Haberin önümüze düşmesi ile birlikte bir çok PR profesyoneli olarak aynı durumlarla karşılaştığımızı hatırladık, hak verdik.


PR sektörünün çivisi çıkıyor derken "İletişim"in ne demek olduğunu bilen markaları, kendi faaliyetlerine bakış açısı ve yetkinliği ile markaları yönlendirebilen, onların çözüm ortağı olan PR profesyonellerini, halkla ilişkiler fonksiyonunu maksimum verimle kullanmasını bilen medya mensuplarını ayrı tutmalıyız...


Sorunları olaylar ve devamı bazında ele alırsak çözümsüzlüğün hep "başedilmesi zor" insan modelinden kaynaklandığını görmek çok da zor değil.


PR-müşteri-medya üçgeninde en hassas görev, talepleri dengeleyen halkla ilişkiler fonksiyonuna düşüyor tabiki de... Fakat ortada bir sorun varsa üç taraf da bunu paylaşıyor..


Bir tarafta beklentilerini sadece kafasına koyduğu gazetede yer almak olarak şekillendiren, kendi faaliyetlerini, haber değeri taşıyıp taşımadığını, medyanın gündemini sorgulamayan müşteri modeli...


Diğer tarafta "haber" ve "etik" kavramlarından uzak, medya organından başka herşey gibi duran yayınlar, mesleğini fırsatçılığa çeviren, acaip beklentilerini arsızca ortaya koyan medya mensupları...


PR tarafında ise ilişki yönetimini beceremeyen, olayları birer iletişimci olarak yönlendirme ve tansiyonu düşürme yeteneğine sahipken, abartan, işi içinden çıkılmaz hale getiren, kimden ne bekleyeceğini bilemeyen ve hizmet verdiği müşteriyi de doğru yönlendiremeyen çalışanlar...


Çok eski bir zamana gitmiyorum ama PR sektöründe çalışmaya başlayalı henüz birkaç hafta olmuşken...Medya mensuplarının davet edildiği bir organizasyonda katılımı netleştirmek için telefonlar açıyordum... Birazcık empati yeteneğine sahip bir insanın yapacağı gibi gazetecilerin sadece bu mailleri okuma ve telefonları yanıtlamak için bile ne kadar çok zaman harcayabileceğini tahmin ediyordum. Bu sebeple aradığım gazetecilere nezaketen bir teşekkür etmek zor gelmiyordu. Fakat bu sırada telefonuma çıkan egosu şişik sevgili basın mensubu biraz da çaylaklığımı sezmiş olacak ki beni TDK gibi sorguya çekti. Efendim LCV için arıyorum diye belirtince merak etmiş, LCV ne demekmiş...İlk önce şaka yapıyor sandım, güldüm..Sonra ciddi ciddi açıklama beklediğini farkedince el mahkum söyledik tabi...Ama içimden başka türlü bir açılım geçmedi dersem yalan olur...Bu sadece bir örnek...Bunun dışında telefonda esneyenler, neler neler...


Eminim her üç tarafa da gidilip sorulduğunda kendilerine garip gelen davranışlar silsilesini anlatabilirler. Burada sadece kendi gözümden anlatmak istedim. Daha önce de belirttiğim gibi olayın tümüyle normal olmayan insan psikolojisinden kaynaklandığını düşünüyorum...


Çözüm nerede dersek, biraz omurgalı duruştan ve bu garip davranışları sergileyenlere nezaket çerçevesi içinde paye vermemekten geçiyor. Birlik olarak üç tarafın da algılarını açması ve çoklu fayda için çalışması...Sonuçta marka iletişim olmadan, iletişim danışmanları iletişim kanalları olmadan, medya ise haber olmadan var olamaz...Çok şanslıyım ki hizmetlerin hakkıyla yerine getirildiği bir yerde öğrendim bu dünyayı, çaylaklık dönemimi atlattım...


Konuyla ilgisi olduğunu düşündüğüm, Necla Zarakol tarafından daha önce kaleme alınan bir yazıyı da ekliyorum...





3 Ağustos 2009 Pazartesi

Dijital Dünyanın Sancıları


Neredeyse 3 ay önce friendfeed'te dijital pazarlama anlayışının TR'de ne durumda olduğuyla ilgili bir başlık açmıştım. http://ff.im/2SH8K. Gelen kaydadeğer yorumlar arasında çıkarımlarımız hep aynı yöndeydi, geçen zaman içinde de pek değiştiği söylenemez:
  • strateji eksikliği
  • sadece bir satış aktivitesi olarak görülmesi, etkileşim süreci olduğunun anlaşılamaması
  • hedefler belirlenmeden yola çıkılan, derinliği olmayan projeler
  • yetkinliği şüpheli uzmanlar
  • ölçümleme konusunda yetersizlik
  • örnek başarılı uygulamaların olmaması...
.....tüm bunların hem sebebi hem sonucu olarak da tanımlayabileceğimiz bir durum daha: dijital dünyaya inançsızlık...

Bu dünyayı yakından takip eden ve markalarımız için çeşitli projeler planlayan iletişim uzmanları olarak olayın neresindeyiz, bunu da değerlendirelim...

Gerçekten kendimize inanıyor muyuz?

Bugün sosyal medya hakkında iddiasını ortaya koyan danışman şirketlerden kaçı, sosyal medyayı gerçekten özümsemiş ve iş süreçlerine dahil etmiş durumda?

Kaçı çalışanları ile birlikte bu dünyayı daha yakından tanımak için hevesli?

Kaçı olayı "müşteri kazanma" boyutunun ötesinde sektörü ve bilgi birikimini bir çıta daha yükseltmek olarak algılıyor?

Kaçı at gözlüğünü çıkarıp, uçmadan, projelerin kör noktasına ışık tutuyor, böylece vaadleriyle tutarlılık sergileyerek itibarını koruyor?

Birilerini birşeye inandırmak istiyorsak, ilk önce kendimize inanmamız gerek, halimizi, ne olduğumuzu, nereye gittiğimizi dürüstçe sorgulamamız gerek...

Halkla İlişkiler ya da Kurumsal İletişim'in sosyal bir bilim olarak bile görülmediği zamanları hatırlayalım...Şimdi ise stratejik yönetim anlayışlarında ses sahibi bir fonksiyon...

Daha çok madde eklenebilir yukarıdaki listeye...Fakat herşey kendimize inanmakla başlıyor...