26 Ekim 2011 Çarşamba

Sosyal Medya X Sosyal Etki = ?

Van Depremi ile sosyal medyanın doğal akışı içinde insanların nasıl organize olabildiğini, büyük kesimlere nasıl erişim sağlayabildiğini, bilgi edinme ve paylaşma ihtiyacının nasıl hızlı doyurabildiğini, kampanyalara destek çağrısının nasıl yanıt bulabildiğini hatta ve hatta doğal bir afette insan canını kurtarma konusunda bile nasıl yardımcı olduğunu birebir gözlemledik. Enkaz altındakilerin yardım çağrısının arama kurtarma ekiplerine bir şekilde ulaşması çok dikkat çekiciydi. Belki de sistematik anlamda olası afetler için arama kurtarma ekipleri ile koordineli böyle bir çalışma yapılırsa, ileride bir çok hayat da bu şekilde kurtarılabilir.
Van Depremi o kadar kritik bir bölgede ve o kadar kritik bir zamanda yaşandı ki, haliyle propagandaların malzemesi de oldu sosyal medyada. Kendini taraf olarak addeden (tarafın kim olduğu hiç farketmez) radikal savunucular ortalığa dökülerek konuyu bir oradan bir buradan çekiştirdiler. Bilgi kirliliği içinde haliyle çok zor oldu hangi bilginin gerçekleri yansıttığını anlayabilmek kaldı ki hala bunun savaşını veriyoruz. TR' de çok üzücü bir gelişme olarak 24 askerin kaybının ardından, Kürt halkının yoğunlukla yaşadığı Van' da böyle bir olayın gelişmesi maalesef bazı aşırı milliyetçi söylemlerin kendine yer bulmasını sağladı. Yapılan yardımların bölgeye ulaşımı ve dağıtımı konusundaki sıkıntılar ise başta güvenlik sorunu olmak üzere, devlet elinden herhangi bir çaba sarfedilmediği konusundaki eleştirileri kuvvetlendirdi. Kısacası Van Depremi' nde gerçekten mağdur olan bir çok insanın problemi sadece yemek, barınma ve ısınma iken, sosyal medyada dış sesler olarak, gerçeklere yabancı bir çok ideolojik tartışmanın içinde bulduk yeniden kendimizi.
Deprem bölgesine ulaşan gazetecilerin bir kısmı sosyal medyada paylaştıkları görüntüler ve içerikler ile, gerçek habercilik yapmak isteyen ana akım medyanın içeriğini bir anlamda yarattılar. Bazı ana akım medya, yetkili sesinden kontrollü açıklamaları yayınlarken, bazı medya mensupları ise sıkıntıları -bir an önce çözümlenmesi- umuduyla birebir aktarmaktan kaçınmadı.
Bir diğer grup medya çalışanları ise yaptıkları gaflar, düşüncesizce söylemleri yüzünden kendileri de birer hedef haline geldiler, sosyal medyada az dozlu eleştiriden, tehditkar bir şekilde hedef gösterilmeye kadar.
Bazı kuruluşlar ve markalar, yardım programlarını bir an önce planlayarak harekete geçtiler ya da reaktif olarak ihtiyaç taleplerine cevap verdiler ve yine sosyal medyanın doğal biçimde organize olabilme ve hızlı akışı içerisinde, kim, nerede, ne zaman, ne yapıyor sorularına cevap bulundu daha da ötesi sokaktaki vatandaş tarafından katma değer olarak verilen bireysel yardımların en iyi yarar getirecek şekilde belirlenmesi sağlandı. (kolilerin ne şekilde paketlenmesinden, yardımların içeriğine ve önceliğine kadar...)
Bu sırada sosyal medya, maalesef Onur Air gibi bir havayolu şirketinin ibret- i alem yardım çalışmasına da şahit oldu. Konumuz ve önceliğimiz tabi ki Van' daki deprem mağdurlarına yardım etmek iken, "koşullu yardım pazarlamasının" ne kadar vahim bir biçimde kendine yer edindiğine bir kere daha şahit olduk. Bir kere daha diyorum çünkü bu tür çalışmalara defalarca şahit oluyoruz. Olay, facebookta her yeni "beğeni" karşılığı kampanyaya 0,5 TL yardım edileceği vaadiydi. Daha sonra tepkiler karşılığı kampanya sona erdirildi ve alıngan havayolu şirketimiz, kendisini anlamayanlara teessüflerini iletti. Bununla da kalmadı, herhalde fazla eleştiriyi kaldıramadığından olsa gerek tüm yorumları bir bir sildi. Öncelikle bu çalışmayı neden beğenmediğime dair bir not düşeyim: Beğenmedim çünkü bu kadar "pazarlama" kampanyası olduğunu bağıran marka aktivitesinin sosyal sorumluluk diye satılmasından hoşlanmıyorum. Benzer çalışmaları da ele alarak değerlendirelim. Şirketler, sosyal sorumlu duruşlarını güçlendirmek için bir çok çalışma yapıyor, duruş ise maalesef sürekliliği olmadığı ve inandırıcılığını yitirdiği zaman "kurumsal vatandaş" a daha çok zarar veriyor. Benzer ama farklı en iyi örnek, kuruluşların kendi operasyondaki ekonomik bir işlemden bir miktar ayırması ve yardım fonuna aktarması diyebiliriz. Neden bunu eleştirmiyorum? Çünkü birincisi zaten halihazırda gerçekleşecek bir işlem ile ilgili (alışveriş= ürün tüketimi, hizmet kullanımı), markanın satışlarına etkisi ise duyarlı tüketicinin yönelimiyle şekilleniyor. Kısacası marka ile alışveriş paydasında buluşuyorum, marka benim beğenimi algım bazında "kazanıyor", "satın almıyor"
Onur Air örneğinde ise marka, 0,5 TL karşılığı facebook platformu üzerinde "like" satın alıyor. Onur Air dese ki şu şu tarihler arası bilet satışının yüzde bilmem kaçı kurulan yardım fonuna gidecek, düzgün, sistemli ve pazarlama diye bağırmayan bir çalışma olurdu ama tabi FB like' lar çok kıymetli! Neden kıymetli olduğunu merak ediyorsak, pazarlama odaklı FB rehberlerine göz atabiliriz. Oluşan tepkiler sonrası krizi nasıl yönettikleri konusunda ise hiç değinmiyorum, çünkü bu kadar başarısız, "iletişim" den yoksun bir kriz yönetimini bahsetmeye değer bulmuyorum. İletişimden yoksun olma konusu ise sanırım fazla pazarlama odaklı olmaktan kaynaklanıyor, bunu bir sosyal sorumluluk kampanyasının nasıl koşullu yardım pazarlamasına dönüştüğünü görerek de söyleyebiliriz...Özüne bakıldığında bir yardım fonu oluşturulacak ise bu amaç tabi ki çok iyi niyetli, "bir "beğeni" için yapsın ne var yani de" diyebiliriz. Fakat ben demiyorum çünkü bu tarz yaklaşımların normal kanıksanmasını, meşrulaşmasını istemiyorum. Facebook gibi platformlarda gerçekleştirilen iletişim çalışmalarında nicelikten çok niteliğe önem verilmesini savunuyorum, detay olarak bir sosyal sorumluluk çalışmasının ise ne iletişim ne de pazarlama olduğunu düşünüyorum, adı üstünde: kurumsal vatandaş özelinde "sorumluluk". Yardım eğer 100,000 eksik/ yarım kalmış beğeni yüzünden ulaşmayacaksa ve bunun hesabı/ acısı bu kampanyayı eleştirenlerden çıkarılacaksa zaten bu sorumluluk değil sadece sorumsuzluktur...
Toparlayayım: medya artık biziz. İçerik de bizim düşüncelerimizin somutlaşmış hali. Farkındalık düzeyinden aksiyonlu haline kadar geniş yelpazede biraradayız. Keşfediyoruz, paylaşıyoruz. Van Depremi ile gördük ki politika, sosyal etki, medya gündemi, kampanya yayılımı gibi bir çok başlık altında varlık gösteriyoruz. Hayatımızın akışı ile iç içe geçmiş bile demiyorum tam içinde olan bu kavramla barışık yaşamayı öğrendik, öğreniyoruz. Fakat söylediklerimizden ve yaptıklarımızdan sorumlu olduğumuzu, sosyal medya ile bize fazlasıyla geri döneceğini unutmuyoruz...

13 Ekim 2011 Perşembe

Dijital Çağ' ın konferansları...

Konferans, Sempozyum, Zirve, Toplantı. Adı ne derseniz diyin, ardında çok büyük emek vardır ve katılımcıları da memnun etmek kolay bir iş değildir, farkındayım. Öncelikle de Digital Age konferansı hakkında twitter' da #digitalage2011 hashtag ile izleyici paylaşımlarından yola çıkarak bazı yorumları yapıyorum, eğer yanlış aktarılmış bir şey varsa şimdiden affola.

Digital Age 2011, önüme ilk twitter' da gördüğüm bir hashtag ile düştü. Neymiş ne değilmiş diye araştırırken, yayın kalitesi olarak başarılı bulduğum bir derginin etkinliği olduğunu farkettim. Daha önceki senelerde de düzenleniyormuş, dikkatimi bir şekilde çekmemiş. Etkinliği biraz araştırdıktan sonra e-ticaret sitesinde alışveriş yapıyormuş hissi uyandıran bir biçimde (zaten öyleymiş) ilk önce fiyatına nail oldum, daha sonra içeriğine. Etkinlik konusunda başka bir yerde yaptığım ilk yorumu aynen paylaşıyorum:

"Bu tür etkinliklerde madem dijital çağdayız, başka öneriler bekliyor insan. Ne bileyim, daha düşük bir bedel karşılığı livestream etkinlik izleme vesaire böylece gerçekten fiziken orada olmanın avantajlarını da o miktarda bedel ödeyen hissetsin - eğer böyle bir avantaj varsa tabi. Fikri dinlemek için bu kadar yorulmaya gerek yok, konuşmacılar eminim çok saygıdeğer kişilerdir fakat hiçkimse o kadar pahalı değil bu devirde, üzgünüm!"

Konuşmacıları ikna etmek, getirmek kolay iş değil tabi ki, bu anlamda Huffington' ı ta buralara kadar getirdikleri için tebrik etmek lazım her ne kadar eski (self-expression is the new entertainment demiş, new) ve bilindik sözler dışında bir katkısını gözlemlemesem de...Bunun dışında genelde pazarlama ağırlıklı bir etkinlik olmasının sebebini anlayamadım. Dijital Çağ' dan bahsediyorsak, ve iddialı bir etkinlik ise bu, (fiyat- fayda alakası ile düşünüyor insan), eğitimden girip, politikadan çıkan, sadece "çantamızdakilerin cep telefonumuza taşınacağından bahsetmeyip, bunun bir sonraki adımı olarak gizlilik ve güvenlik politikalarından bahseden*", gündemi gerçekten yakalayan, geleceğe yoğunlukla atıfta bulunan ve taklitçi olmayan ifadelerle bir show yapma hissiyatı güdülmeyen paylaşımlar bekleyebiliriz sanırım? Sponsor firmaların, konuşmacı katkısını anlamak zor değil fakat bir etkinlik kendini hiçbir zaman bu şekilde teslim etmemeli diye inanıyorum. Aynen Huffington' ın reklamveren ve haber ilişkisini değerlendirdiği gibi...

Konuşmacılara değinmişken, okuduklarım arasında beni en çok şaşırtan ise "varoşlarda değil trafikte mutluluk' a ihtiyaç olduğu" söylemi idi. Pazarlama çalışmalarında en çok canı çıkarılan konu olarak "mutluluk' un" bu kadar ucuzlamasından sonra, bu sözden yola çıkarak, o insanları küçük mutluluklarla yetinmeye alışkın olarak tanımlayabiliriz ya da uçup zaten mutluluğu çoktan unutmuş olan bireyler olarak. Bu marka "Coca Cola". Yani gayet herkesin sofrasında yer bulan, herkesi kucaklayan o içecek. Sonuç olarak "varoş" denilen insanların mutluluk' u aramaya bile sıra gelmeyecek kadar kafalarının dertlerle dolu olduğu bu dünyada, mutluluk' a bakış kavramıyla, trafikte ayılıp bayılan insanların o büyük! dertlerini kıyaslamak tam manasıyla abesle iştigal, eğer söylem doğru aktarılmış ise.

*Edit: Konuşmacı böyle bir ifadesi olmadığını belirtti, fakat önemli olan algı diyerek konunun neden bir izleyici tarafından böyle yorumlandığını merak etmeye devam ediyorum.

Sonuç olarak dijital! den takip ettiğim kadarıyla bende ne heyecan uyandıran konuşmacılar ne de söylemler oldu. Bir söz vardı, "iktidar, ışıktan hızlıdır." buna gülümsediğimi söyleyebilirim. :) Digital Age konferansı ne etkinlik süresi, ne içeriği ile basılı yayınının yanından bile geçemedi. Eğer Dijital Çağ hakkında yazmak değil konuşmaya hazır değilsek, bu işleri hazır olunca yapalım. Ne dersiniz?

11 Ekim 2011 Salı

Şiddet, Etik ve Gazetecilik

George Orwell demiş ki: "Real journalism is publishing something someone else does not want published - the rest is just public relations."; Gerçek gazetecilik yazılmak istenmeyeni yazmaktır, gerisi halkla ilişkiler' dir." Halkla İlişkiler' e fazla yüklenmiş gibi görünen ve PR' ın yaşamsal önemini reddeden bir argüman olsa da Gazetecilik ile ilgili söyledikleri tabi ki doğru.

Gazeteci, haber verir: yaratmaz. Gazeteci, altını çizer, üstünü değil. Gazeteci sansürden hiç hoşlanmaz çünkü fikir ve ifade özgürlüğü vardır. Gazeteci aynı zamanda medya etiğinden de bihaber olmamalıdır çünkü en nihayetinde toplumsal bilgi alışverişinde oynadığı rol ile neye hizmet ettiğini sorgulamalıdır.

Habertürk' ün mevzu bahis sürmanşeti inanılmaz tepki topladı. Neden? Çünkü şiddete en ağır biçimde maruz kalmış bir kadın yani öldürülmüş bir kadın resmini mozaiklemeden yayınladı, ana sayfadan. Altaylı amacına ulaştığını belirtse de derinlemesine düşününce bu fotoğraf bu şekilde yayınlanmadan da yarattığı sansasyonun yansımasına eşdeğer olarak, frekans ve hikaye bazında bu konuya katkıda bulunabilirdi. Şiddeti anlatmak için okuyucu gözleri önüne serilen bu durum, sansasyonel habercilik ile aslında gazetecilik anlayışına mı hizmet etti yoksa mecranın kendi PR çalışmalarına mı orası çok tartışmalı. Bir itibar kaygısı güdülmediği gazetenin başındaki Altaylı tarafından açık bir şekilde ifade edildi fakat sansasyon, etik ve toplumsal bilinç paradoksu içinde bir tarafı düzeltmeye çalışırken neleri kaybettiğimize bakmak hepimizin asli işi.

Sansasyon vesilesiyle Altaylı başka bir cevap yazı yazdı ki burada kullandığı doneler tabiki doğruydu. Fakat sorunun çözümünde medyanın oynadığı role bakışı açısından, sınırları fazla ileri alınmış bir yayın anlayışı mevcuttu. İnsan hakları açısından da bakıldığında, ölünün ölüm halinden dolayı kendi bedeni üzerinde herhangi bir tasarrufu yoktu ve bu şekilde bir yayın, bırakın toplum vicdanında nasıl yer bulur, insanın kendi haklarının en basit haliyle elinden alınmasına yol açmadı mı?. Diğer anlamda bakıldığında ise şiddet öğesi içeren görsellerin toplumsal etkisinin sorgulanma durumu ezelden beri devam ediliyor, hem etik hem de sosyolojik açıdan karşıt görüşte bir çok insan tarafından bu konu tartışılıyor.

Konu sansasyonel yapısı itibariyle çok tartışıldı, asıl tartışılması gereken nokta ise tabiki de yüksek oranda şiddete maruz kalan kadınlara nasıl yardımcı olunabileceği idi. Bu resim, bu ve benzer olayların bir daha yaşanmaması sürecine nasıl bir katkıda bulundu, bir bağlantı kurmak pek mümkün görünmüyor şu aşamada. Yayının samimiyetle yapılmak istendiği varsayılsa bile şiddet içerikli yayınların, şiddetin meşrulaştığı bir ortamda kimleri nasıl harekete geçirdiğinden pek emin olamıyoruz...Emin olduğumuz tek bir şey var ki o da şiddet üzerine dikkat çekilmeyen bir konu değildi, o sebeple fotomuhabirin objektifinden dehşet bir görüntü yerine farklı bir hikaye aktarılabilirdi...Gerçek fotomuhabirlik herkesin baktığı yerden bakmamaktır belki de, yoksa gerisi görselli basın bülteni diyebilir miyiz?